“80’lerde Lubunya Olmak” ve “90’larda Lubunya Olmak” kitapları

İstanbul, Ankara, 2012
...

Türkiye’de 70’li yıllarda zirve yapan işkence ve yaşam hakkı ihlalleri ve askeri darbelerin yasakları “öteki” kimliklerin örgütlenmesinin önüne geçti. Bu kimlikler ancak 1980’li yılların ikinci yarısıyla birlikte örgütlenme imkânı buldu. LGBTİ+ aktivizminin devlet tarafından birçok baskıya maruz bırakıldığı örgütlenmenin ilk yıllarında bireyler, “gayriresmî” yollarla bir araya gelmek zorunda kaldı.

Bu dönemde Beyoğlu ve İstiklal Caddesi, LGBTİ+'lar için önemli sosyalleşme noktalarıydı. Bu yüzden ilk direniş hareketleri de buralardan filizlendi. LGBTİ+ hareketinin Türkiye’de kamusal alanda yaptığı ilk eylemlerden biri, 1987 yılında 37 gey ve transın başlattığı açık greviydi. Gezi Parkı'nın Tarlabaşı Bulvarı'na bakan merdivenlerinde yapılan grevin amacı, LGBTİ+'lara yönelik tacizi ve polis şiddetini protesto etmekti. Kamusal alanda yapılan ilk eylemlerden sonra LGBTİ+ bireyler 90’lı yıllarda da medya aracılığıyla “şiddetin kaynağı” olarak resmedilmeye devam edildi. Televizyonlar, bir taraftan gey şarkıcıları “eğlence” amaçlı programlarında yüceltirken diğer taraftan seks işçisi trans kadınlar haber programlarında “toplumun ahlakını bozan, şiddeti doğuran, fuhuş yapan” kişiler olarak yansıtıldı (80’lerde Lubunya Olmak, Şubat 2012).

1990’lı yıllara gelindiğinde, Türkiye’deki LGBTİ+ hak mücadelesi daha görünür bir toplumsal harekete dönüşmeye başladı. 80’li yıllarda çeşitli kulüplerde, evlerde, Yeşil Barış Gazetesi çevresinde başlayan LGBTİ+ hareketinin ilk örgütü Lambdaİstanbul 1993’te İstanbul’da, ikinci örgütü Kaos GL ise 1994’te Ankara’da kuruldu. 1993 yılında Cinsel Özgürlük Etkinlikleri adı altında ilki yapılmaya çalışılan Onur Yürüyüşü, İstanbul Valiliği tarafından engellendi ve yurtdışından destek için gelen birçok aktivist sınır dışı edildi. Lamdaİstanbul’un 2-4 Temmuz 1993 tarihlerinde İstanbul’da düzenlemek istediği uluslararası gey lezbiyen konferansı da valilik tarafından engellendi. Örgüt aynı yıl Club Prive’de, gey ve lezbiyenler arasında fikir alışverişini teşvik eden ve deneyimleri üzerinden ortak bir söylem geliştirmeyi hedefleyen toplantılar düzenlemeye başladı. Polis baskınları nedeniyle toplantılar genellikle yarıda kesilse de, her hafta farklı mekânlarda yapılan toplantılar eşcinselleri bir araya getirmeye devam etti. Onur konferansı 1995’te yine yasaklandı.

2000’li yıllarda görünürlüğü giderek artan hareket 2003 yılında ilk Onur Yürüyüşü’nü düzenledi. İlk yürüyüşe katılan sayısı elliyken, 2011 yılında bu sayı 11 bine yükselmişti. Gezi Protestolarının hemen ardından 30 Haziran 2013 tarihinde düzenlenen İstanbul Onur Yürüyüşüyse, katılan sayısı en yüksek olan yürüyüştü (Günal ve Çelikkan, 2019). Öte yandan 2015 yılıyla beraber Onur Yürüyüşleri yasaklanmaya başladı. Bu politika, hem siyasal iktidarın Taksim ve civarında her türlü gösteri ve yürüyüşü engelleme refleksinden kaynaklanıyor, hem de İslamcı ve diğer muhafazakâr kesimlerin her zaman rahatsızlık duyduğu LGBTİ+ hareketinin görünürlüğünü engelleme amacına hizmet ediyordu.

Türkiye’de 2021 yılı, LGBTİ+ hareketi açısından da önemli bir yıldı. AKP hükümeti, Boğaziçi Üniversitesi’nde düzenlenen bir serginin “dinî değerlerin aşağılandığı” iddiasıyla bir kampanya başlattı. Kampanya sonucu BÜKAK (Boğaziçi Üniversitesi Kadın Araştırmaları) ve BÜLGBTİ+ (Boğaziçi Üniversitesi Lezbiyen, Gey, Biseksüel, Transseksüel, İnterseks ve Artı Çalışmaları) kulüpleri kapatıldı. Bu karara karşı yapılan öğrenci eylemlerinde, LGBTİ+ hareketini simgeleyen gökkuşağı bayrağını taşıyan öğrenciler gözaltına alındı. Özellikle dönemin İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun, Türk örf ve adetlerine, aile yaşamına uygun bir yaşam sürdürmedikleri iddiasıyla LGBTİ+’ları hedef aldı. Bunun sonucunda LGBTİ+’lara yönelik nefret söylemleri ve suçlarında artış yaşandı. Ayrıca Soylu tarafından LGBTİ+ topluluğu, PKK ve DHKP-C gibi silahlı sol örgütlerle bağlantılandırılmaya çalışılarak iyiden iyiye kriminalize edilmeye, yasadışı bir konuma itilmeye çalışıldı. AKP, LGBTİ+’ların kriminalize edilmesi durumunu İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılması konusunda da araç haline getirdi. Sözleşmeden çıkılmasına karşı kadın ve LGBTİ+ hareketlerinin toplumsal muhalefeti gelişti. Buna rağmen, AKP iktidarının LGBTİ+’ları hedef alması, onların hem devlet hem de toplum nezdinde ayrımcılığa uğramalarına yol açmakta ve lubunyaların mevcut koşullarını daha da zorlaştırmakta.

Yararlanılan Kaynaklar

Günal, A. & Çelikkan, M. (2019). Hatırlayan Şehir: Taksim’den Sultanahmet’e Mekân ve Hafıza. Hakikat Adalet Hafıza Merkezi.

DURUM:

Tamamlandı

TARİH:

2012

PROJE SAHİBİ:

Sivil Toplum Kuruluşu

LGBTİ+’ları ve onların sosyal hareketini hafızalaştıran iki kitap- “80’lerde Lubunya Olmak” ve “90’larda Lubunya Olmak”- Siyah Pembe Üçgen İzmir Derneği tarafından yayınlandı. Kitaplar, Global Diyalog Vakfı ile birlikte yürütülen sözlü tarih çalışmaları sonucunda yayına hazırlandı. Siyah Pembe Üçgen Tarih Dizisi kapsamında, ilk kitap Şubat 2012’de, ikincisi Mart 2013’te basıldı.

Eylül 2006’da örgütlenmeye başlayan Siyah Pembe Üçgen İzmir Derneği kurucuları, Şubat 2009’dan beri dernek çatısı altında faaliyetlerine devam ediyor. LGBTİ+ hak mücadelesi yürüten dernek aynı zamanda LGBTİ+’ların yok sayılan, görmezden gelinen özel ve toplumsal tarihlerine ilişkin açık kaynaklar da üretiyor. Siyah Pembe Üçgen İzmir Derneği bu çalışmasına, Türkiye’deki LGBTİ+’ların tarihine ilişkin yeterli kaynak bulunmaması tespitiyle başlıyor. 2010 yılının Aralık ayında başladıkları sözlü tarih çalışmasının asıl amacını, LGBTİ+’ların yaşantılarından ve tanıklıklarından hareketle Türkiye’nin son 40 yılına bakmak olarak ifade ediyor. İlk kitabın çalışma alanı olarak 70’lerin sonu ve 80’lerin başını seçmiş olmalarının nedeni, Türkiye siyasi tarihinde bir kırılma noktası olan 12 Eylül askeri darbesinin öncesi ve sonrasında LGBTİ+’ların yaşadıklarını mercek altına alarak anlatmak. LGBTİ+ bireyler darbe döneminde devletin güvenlik güçleri tarafından ayrımcılığa uğramış ve şiddete maruz kalmış olmalarına rağmen, yakın zamana kadar bu konuda derinlikli bir çalışma yapılmadı. Bu çalışma ile asıl amaçlananlar arasında, LGBTİ+’ların Türkiye’nin siyasi tarihiyle ilintili olarak maruz bırakıldıkları ayrımcılığı ve hak ihlallerini hafızalaştırmanın da yer aldığını söyleyebiliriz. 

“80’lerde Lubunya Olmak”, 80’li yıllara genel bakış başlığı altında kısa bir tarihsel bağlam sunduktan sonra dokuz LGBTİ+'ların kendi ağızlarından hayat hikâyelerini aktarıyor. Çalışma esnasında LGBTİ+'ların çoğu ile (kimisi görüşme talebini reddetmiş, bazen de fiziki şartlar görüşme yapmaya el vermemiş) birden fazla, yarı yapılandırılmış görüşmeler gerçekleştirilmiş. Hem görüşmeler esnasında bahsi geçen mekân ve olaylar hakkında tutarlılık olup olmadığını kontrol etmek hem de daha fazla bilgi kaynağına ulaşmak amacıyla çeşitli kitap ve fanzinlerden de yararlanılmış. Ayrıca, kitapta görüşmecilerin kendi albümlerinden paylaştığı döneme ait fotoğraflar var.  

“90’larda Lubunya Olmak”, Türkiye’de bir LGBTİ+ tarih yazımı geliştirmek, bellek oluşturmak adına derneğin hazırladığı serinin ikinci kitabı. Bu kez 19 kişinin tanıklıklarından yola çıkarak, LGBTİ+'ların ilk kez bir araya gelmeleri ve kendi içlerinde örgütlenmeleri anlatılıyor. Kitapta ağırlıklı olarak, 1993'teki Onur Yürüyüşü, ilk örgütlenme deneyimleri, tematik dergilerin çıkarılması gibi pratiklerin nasıl doğduğu ve büyüdüğü aktarılıyor. LGBTİ+ hareketine sokaktan katılarak farklı bir ivme kazandıran trans bireylerin deneyimleri ve Ülker Sokak Olayları kitabın başlıca konuları arasında. Bu çalışmada, kitle iletişim araçlarındaki LGBTİ+ temsili, devletin LGBTİ+'lara uyguladığı sistematik şiddet ve ayrımcılık, LGBTİ kültürü açısından önemli olan bar, kulüp, hamam ve park gibi sosyalleşme mekânlarına dair detaylar bir araya geliyor. "

“80’lerde Lubunya Olmak” ve “90’larda Lubunya Olmak” kitapları LGBTİ+ mücadelesinin mirasını kalıcı kılıyor ve onu gelecek kuşaklara taşıyor. Siyah Pembe Üçgen Derneği tarafından ücretsiz olarak dağıtılan yayınlardan “80’lerde Lubunya Olmak” kitabına Kaos GL’nin web sitesinden ulaşmak mümkün. Kitaplara konu olan kişisel hikâyeler daha sonra Ufuk Tan Altunkaya tarafından tiyatro oyunlarına da uyarlandı. “80’lerde Lubunya Olmak” oyunu Mekan Artı’da 2013 yılında sahnelenmeye başladı ve oyunu gösterisi adığı 2013 yılından beri İstanbul’da aralıksız devam ediyor.en Ooyunları bugüne kadar binlerce kişi izledi, bu sayede çok sayıda insan transları  bireyleri daha yakından tanıdı, yaşamlarına şahit oldu. Oyun İstanbul’un ardından İzmir, Bodrum, Ankara ve 2016 ve 2019’da olmak üzere iki kez Berlin’de izleyici karşısına çıktı. “80’lerde Lubunya Olmak” tiyatro oyununun Berlin’de sahnelenmesine ise devam ediliyor. 

Dünya Sağlık Örgütü’nün, 17 Mayıs 1990’da eşcinselliği “hastalık” sınıflandırmasından çıkarmasının üzerinden bunca yıl geçmiş olmasına rağmen LGBTI+lara yönelik damgalama ve ayrımcılık hâlâ bütün şiddetiyle sürüyor. LGBTİ+’lar cinsel yönelimlerini ve cinsiyet kimliklerini açıklayamıyor. Açıkladıklarında ya evden ya da işten atılıyor; toplumsal baskıya, ayrımcılığa maruz kalıyor, bazen can güvenlikleri olamıyor ve nefret cinayetlerinin kurbanı oluyorlar. Hâlâ LGBTİ+’lar hükümetin ve hükümete yakın basın organlarının da aralarında bulunduğu pek çok kişi ve kurum tarafından hasta, sapkın, günahkâr, ahlaksız ve hatta terörist ilan edilip hedef gösteriliyor. Bu durum da LGBTİ+’lar kimliklerini gizlemeye, olmadıkları biri gibi davranmaya, depresyona ve intihara itiyor. Cinsel yönelimini ya da cinsiyet kimliğini açık eden pek çok LGBTİ+ aşağılanmaya, sözlü, fiziki tacize ya da şiddete maruz kalıyor. 2006 yılında öldürülen Baki Koşar ve 2008 yılında öldürülen Ahmet Yıldız davalarında olduğu gibi LGBTİ+ cinayetlerinin çoğunun faili meçhul kalıyor, araştırılmıyor, dava açılsa bile sanıklara haksız tahrik indirimi uygulanıyor. Şiddet meşrulaştırıldıkça LGBTİ+'lara yönelik nefret cinayetleri ve intihar vakaları artıyor. Türkiye, Avrupa’da en çok trans cinayetinin işlendiği ülke durumunda; dünyada ise en fazla trans cinayeti işlenen 9’uncu ülke. Homofobik, transfobik söylemlerin ve nefret söylemlerinin etkisiz kılınması ve ortadan kaldırılması için, bir dizi politikanın hayata geçirilmesi, devlet kurumlarının, yöneticilerin ve her kademedeki görevlilerin fobik tutumlarını terk etmesinin sağlanması, nefret suçlarının eşitlikçi bir çerçevede ele alınması ve bu çerçevenin yasalarla güvence altına alınması gerekiyor. Bütün bu riskleri göze alarak kimliklerini açıklayan, tarihlerini ve bireysel hikâyelerini anlatanların söylemleri de heteroseksüel, patriarkal, cinsiyetçi ve ayrımcı egemen ideoloji nedeniyle dolaşıma giremiyor, tarihsel anlatılarda yer bulamıyor.

Proje özelinde ise kitabın sınırlı imkânlarla üretildiğini söylemeliyiz. Bu durum üretilen içeriğin niteliğinden çok, kitabın tanıtım ve duyurusu ile ilgili çalışmalar açısından olumsuz sonuç doğuruyor. Bir sivil toplum projesi olarak yayımlanan kitap üzerinden ticari kazanç elde edilmesi mümkün olmadığı için bir yayınevinin profesyonel dağıtım imkânlarından yararlanılamıyor. Böylece kitapçılarda yer bulsa çok daha fazla insanla buluşabilecek kitap daha sınırlı bir kesimin erişimiyle yetinmek zorunda kalıyor.