Kemal Taylan Abatan, Tuğçe Yılmaz ile Kanlı 1 Mayıs hakkında konuştu. 1977 yılında düzenlenen 1 Mayıs kutlamalarında, Taksim’de yaklaşık 500 bin kişi toplandı. Bu kutlama Türkiye solunun kitleselliğini göstermesi açısından oldukça önemliydi. DİSK Genel Başkanı Kemal Türkler’in yapmakta olduğu konuşmanın sonuna doğru eylem için meydanda bulunan kitlenin üstüne civardaki binalardan ateş edilmeye başlandı. O gün bazı katları meçhul kişiler tarafından önceden rezerve edilerek kapatılmış olan, o zamanki adıyla Intercontinental Otel (bugün The Marmara), Sheraton Otel ve Sular İdaresi binasına yerleşen yüzleri maskeli kişiler tarafından kalabalığı kaosa sürüklemek amacıyla ateş açıldı. Bu sırada, meydana giren polis panzerleri insanları ezerek öldürdü. Birçok insan Kazancı Yokuşu olarak bilinen yolu kullanarak meydandan çıkmaya çalışsa da tam yokuşun ağzına park edilmiş olan bir araç izdiham yaşanmasına sebep oldu ve birçok kişi ezilerek yaşamını yitirdi. Kaos sona erdiğinde 34 kişi yaşamını yitirmiş, 136 kişi de ciddi şekilde yaralanmıştı. 35 yıl önce yaşanan ve failleri hala meçhul olan Kanlı 1 Mayıs'ın anılması için atılmaya çalışılan adımları Tuğçe Yılmaz'dan dinliyoruz...
Kanlı 1 Mayıs’a ilişkin bir hafızalaştırma çalışması yapma fikri nasıl ortaya çıktı? Kimler yer aldı?
1 Mayıs 1977’de öldürülenlerin yakınlarına ulaşıp hikâyelerini kamuoyuna duyurmak, Nadire Mater’in yıllardır yapmak istediği bir işti. “bianet” arşivini taradığınızda bu tür dosyalara sıkça denk gelirsiniz. Kızıldere’de yaşamını yitiren devrimcilerin de hikâyeleri vardır, aramızdan koparılan gazetecilerin de. Nadire Mater bu çalışmadan bahsettiğinde epey heyecanlandığımı; ancak bir o kadar da korktuğumu hatırlıyorum. Neredeyse 50. yıldönümü yaklaşan bir katliamın izini sürmenin düşüncesi bile zorlayıcıydı. Yani şunu diyemiyordunuz “Şu bağlantı vasıtasıyla bu kişiye ulaşabilirim.” Çünkü daha önce hiçbir yerde hikâyeleri yayımlanmamıştı. Hatta öyle ki isimleri, cinsiyetleri, yaşları dahi yanlış biliniyordu.
Dosyada her ne kadar yer almasını istesem de sendikalar yer alamadı. 12 Eylül 1980 darbesinden sonra arşivleri ya yok edilmişti, ya onlar yok etmek zorunda kalmıştı. Öldürülen 34 kişi arasında sendikalı ve/veya örgütlü olanların sayısı fazlaydı. Bu bilgiler arşivde korunabilseydi, çalışma elbette daha görkemli bir hâl alacaktı ve muhtemelen yakınlarına ulaşamadığım için hikâyelerini yazamadığım isimlerin de hikâyelerini duyurabilecektim.
Tam da bu nedenlerden dolayı dosyada 1 Mayıs 1977’de öldürülenlerin aileleri, onların benimle ve birbirleriyle olan dayanışması dışında Nadire Mater ve Sami Evren haricinde çok bir isim yer alamadı. Ancak elbette öldürülenlerin ailelerine ulaşmam konusunda DİSK ve TTB gibi sendika ve meslek örgütlerinden kısmen de olsa destek alabildim.
Bu süreç içerisinde hafızalaştırmaya, anıtlaştırmaya ilişkin yaklaşımlarınız, fikirlerinizde değişiklikler, dönüşümler oldu mu? Eğer evet ise, bunlardan bahsedebilir misiniz?
1 Mayıs 1977’de Taksim’de ölenlerin isimleriyle çıktığım yolculukta zaman zaman ilginç bilgilere ulaştım. Sol örgütlerin siteleri bu konuda hayli besleyiciydi tabii. Birçoğu, yeni medya araçlarını kullanarak arşivlerini zenginleştirmişlerdi de. Tabii özellikle 2015’ten sonra bu sitelere getirilen erişim yasakları nedeniyle o arşivlere de erişim güç artık. Yeni bir adrese taşınsalar dahi adresi bulamamak gibi sorunlar yaşayabiliyorsunuz okur olarak. Daha kötüsü ise o arşivlerin de bir yerde korunmayıp kayboluyor olması. Umarım bu belgeler bir elde toplanmıştır. Çünkü internet sitelerinde bu veri ve bilgiler korunduğunda, Türkiye yakın tarihindeki döngüden haberdar olmayanların erişimi de kolaylaşıyor.
Mezarlıkların inşası ve korunmasının ne denli önemli olduğuna dair ise süreç içerisinde birkaç örnekle karşılaştım. 1 Mayıs 1977’de öldürülenler arasında mezarlıkları tahrip edilenler olduğu gibi bir mezarı olmayan bir isim de vardı: Ali Sidal. 18 yaşındaki Ali Sidal’ın cenazesini üç gün bir depoda bekletiyorlar. Cenazeyi Dersim’e götürmemeleri için büyük bir baskı kuruyorlar aile üzerinde. Ali Sidal’ın babası apar topar Alibeyköy Mezarlığı’na gömüyor oğlunu. Sonrasında aile Dersim’e döndüğü için mezar yeri kayboluyor. Şu an bir mezarı yok yani Ali Sidal’ın.
Bu tür ihlalleri gözler önüne seren hafızalaştırma pratiklerinin ise en çok da bu ihlallere maruz kalanlar için önemli olduğunu düşünüyorum ve biliyorum. Şöyle düşünüyorum: Kendinize ve yakınlarınıza yönelen şiddetin failleriyle mücadele konusunda yalnız hissetmiyorsunuz. Bir mezarlık ya bir anıt başında bir araya gelebilmek, bu acı sarmalında kıymetli bir yas pratiği ne yazık ki.
İçinde bulunduğunuz bu sürecin ve ürettiğiniz hafıza işinin yaratmasını beklediğiniz (politik, toplumsal, kişisel) etkiyi nasıl tarif edersiniz? Başka türlü sormak gerekirse bu çalışma kiminle konuşuyor, kimi muhatap almak istiyor?
Bu çalışma süregelen cezasızlığı muhatap alıyor ve esasen ölülerin devletle konuşmasını sağlıyor. Ölülerin konuşmasını sağlayan ise bizleriz. Katliamda hayatını kaybedenlerin bilgilerine derinlemesine ulaşmak, bu çalışmanın kıymetli yanlarından biri oldu. O gün Taksim’de öldürülenlerin bilgilerine yine otopsi raporları üzerinden ulaşabildim. Katledilen 34 kişinin ailelerinden konuşmak istemeyenler oldu, bazılarına dair ise hiçbir ipucu bulamadım. Sayılarla ilgili DİSK'ten Fahrettin Engin Erdoğan'ın 2010'da yaptığı yeni listede kayıpların sayısı 41'e ulaşmıştı. 2010'da eklenenler hakkında isimlerinden başka bir bilgi hâlâ yok. Bu yüzden Türkiye Sosyal Tarih Araştırma Vakfı (TÜSTAV) arşivindeki otopsi raporlarını çalışmamın esasını oluşturdu. Çalışmanın bir diğer muhatabı ise tabii ki bu insanların kimler olduğunu bilmekle yükümlü olan toplumsal muhalefet. Hikâyeleri yazılmayan isimlerin ailelerine neden ulaşamadık, nasıl seslerini duyamadık, bunca yıl geçmesine rağmen bu katliamda hayatını kaybedenlerin kim olduğunu neden merak etmedik sorusu hepimizin üzerine düşünmesi gereken bir soru bence.
Türkiye’de hafızalaştırma alanın koşullarını nasıl değerlendiriyorsunuz? Karşılaştığınız zorluklar veya kolaylıklar neler oldu/oluyor?
Türkiye’de o kadar süreğen ve fütursuz bir cezasızlık silsilesi var ki, yeni bir çalışmaya motive olmak ve onu sürdürmek yeterince zor. İşin bir de çalışmanın omuzlarına ve psikolojinize yüklediği yük boyutu var. Tüm cezasızlık örnekleri birbirleriyle bağlantılı olduğu için bu dengeleri de gözetmeniz gerekiyor. Örneğin 1 Mayıs 1977 Katliamı, 12 Eylül’ün ayak seslerinden belki de en yüksek sesli olanı.
Yakın dönemde tanıklık ettiğimiz tüm katliamların faillerinin neden yargılanmadığını da görüyoruz 1 Mayıs 1977’ye bakınca. Yapanlar belli ve elbette birbirlerini hayli geniş bir koruma kalkanıyla koruyorlar. Kısa bir araştırmayla dahi o gün kimler görevliydi, kimler bu yargılanmadan kurtuldu, nasıl kurtuldu hepsi görülebilir. 1 Mayıs’ta ölenler için sanki hiçbir şey olmamış da bir anda koşuşturmaya başlamışlar gibi “Birbirlerini ezdiler, birbirlerini vurdular,” diyorlar.
Katliamın üzerinden neredeyse 50 yıl geçmiş olması elbette ölenlerin yakınlarına ulaşma konusunda zorlayıcıydı, zihinsel bir bariyerdi. Ancak ailelere ulaşmaya başladıkça zorlanmaya başladığım şu oldu: Bu aktarımları dışarıdan bir göz gibi dinlemeye çalışıp aktarmak. Bu çok zor bir deneyimdi benim açımdan. Yaklaşık iki yıl süren bir çalışmadan bahsediyoruz şimdi. Geriye dönüp baktığımda tüm gündemimin 1 Mayıs 1977 Aileleri olduğunu fark ediyorum. Onları düşünerek uyuduğum, uyandığımda hangisine nereden ulaşabilirim diye düşündüğüm ailelerdi bu aileler.
Adalet arayışı ile hafızalaştırma çabası arasındaki ilişkiyi nasıl değerlendiriyorsunuz? Adaletin sağlanması için işletilecek süreçlerde bu tür hafıza çabalarının rolü olabilir mi? Eğer varsa bunu biraz açabilir misiniz?
Teorik olarak adalet arayışında hafıza çalışmalarının rolü olabileceğini söyleyen pek çok çalışma var, hem sosyoloji hem psikoloji hem de tarih alanında. Ancak teorik bağlamından ziyade, araştırmacı bir gazeteci olarak şunu daha kıymetli buluyor ve işin bu kısmını daha çok dert ediniyorum: Bu tür adalet arayışları, bu adaletsizliklere yol açanların zihninde dahi bir tehdide yol açıyor. Haber ve yazılarınıza erişim engeli getirilebiliyor ya da size en iyi ihtimalle soruşturma açılabiliyor. Buradaki ısrar, bir şeylerin iyiyde doğru gitmesine yol açabiliyor. Primo Leviler, Jean Améryler bu çalışmaların önemine ve geride kalanların hayata devam edebilmek için gerekliliğine farklı açılardan vurgu yapmış isimler. Türkiye’de de bu alanda çalışan pek çok insan var ya da varlığı direkt bu tehdide neden olan. Bir hukukçu olarak Eren Keskin böyle bir isim. Varlığı doğrudan doğruya devlet için bir tehdit aslında Keskin’in. Ve hepimizin aklına gelen ilk isimlerden/gruplardan Cumartesi Anneleri.
Yakın zamandaki en önemli örnek ise Şenyaşar Ailesi’nin Adalet Nöbeti’yle sergilediği ısrar. Şenyaşar Ailesi aslında o gün Suruç’ta ne olduğunu bilmemize rağmen bize bunun nasıl olduğunu gösterdi ve katliamı tüm boyutlarıyla gözler önüne serdi. 400 günü aşan bir nöbetle, o katliamdaki cezasızlığı hafızamıza kazıdı Şenyaşar Ailesi.