Türkiye zorla kaybetmeler tarihini 24 Nisan 1915'te 234 Ermeni kanaat önderinin gözaltına alınması ve sonra bunlardan çoğunun kaybedilmesiyle başlatabiliriz. Erken Cumhuriyet döneminde de devlet en bilineni Sabahattin Ali olmak üzere, muhaliflere yönelik zorla kaybetme politikasını kimi tekil örnekler üzerinden uyguladı. Bu devlet suçunun tezahürü 12 Eylül Askeri Darbesi'nden hemen önce başlayarak, 1990 yılına kadar ağırlıkla sol ve sosyalist muhaliflere karşı uygulamalarda görüldü. Türkiye’nin son 50 yıllık tarihine bakıldığında, askeri müdahaleler ve kontrgerilla pratikleri sürecinde gerçekleşen ve geniş çaplı insan hakları ihlallerinin vuku bulduğu ciddi rejim değişiklikleri olduğu görülür. Bu bağlamda, iki tarihsel dönem bilhassa önem arz ediyor: 12 Eylül 1980 tarihinde gerçekleşen askeri darbe ve Kürt hareketinin 1990’lı yıllarda kitleselleşmesi karşısında Türk devletinin uyguladığı politikalar. 1980 yılında, rejimi restore etmek ve neo-liberal düzene geçişi sağlamak adına Türk Silahlı Kuvvetleri’nin (TSK) bir darbe yaparak ülke yönetimine el koymasıyla, özellikle sol harekete yönelik bir baskı, gözaltı, tutuklama ve sistematik işkence dalgası başladı. Bu süreç içinde, bazen gözaltında oldukları süre içinde bazen de “güvenlik güçleri” tarafından gözaltına dahi alınmadan geride herhangi bir iz bırakılmaksızın insanlar kaybedildi. Cunta idaresinin bilfiil Türkiye’yi yönettiği 1980-83 döneminde, siyasetten uzak ve uysal bir toplum yaratmak adına devlet terörüne ve şiddete başvuruldu.
Türkiye’de devletin insanları zorla kaybetmesinin tarihi Cumhuriyet’in ilk yıllarına kadar uzansa da, bu suçun çok daha yaygın bir biçimde uygulanışı Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) ile Kürdistan İşçi Partisi (PKK) arasında 1984’de başlayan silahlı mücadele bağlamında Kürtlere yönelik oldu. Bu suçun en yoğun uygulandığı dönem ise düşük yoğunluklu savaş konseptinin en sert uygulandığı 1993-1996 yılları arası. Özellikle 1991-1996 yıllarında yoğunlaşan baskı dalgası süresince, Kürt hareketiyle ilişkili olduğu gerekçesiyle binden fazla sayıda Kürt zorla kaybedildi. Bu minvalde, devlet tarafından yürütülen zorla kaybetme stratejisi, Türk devletinin işlediği insan hakları ihlalleri arasında kayda değer bir yer kaplamaya devam etti. 2000’li yıllarda gerçekleşen görece demokratikleşme ve 2013-2015 yıllarında devam eden çözüm süreci çatışmanın barışçıl bir şekilde çözüleceğine dair umutları arttırmıştı. Bu dönem demokratik alanın genişlediğine ve kayıplar için dile getirilen hakikat ve adalet taleplerinin daha görünür olduğuna şahit olduk. Ancak 2015 yılında müzakerelerin çökmesi ve çatışmalı sürece geri dönülmesi ile beraber devlet baskısı her türlü hatırlama çabasına yönelik olarak da bir kez daha hakim oldu.
Cumartesi Anneleri/İnsanları eylemlerinin ortaya çıkmasında, İnsan hakları Derneği İstanbul Şubesinde bir araya gelen kaybedilenlerin yakınları ve insan hakları aktivistleri belirleyicidir. Gazi Mahallesi’nde Alevilere dönük devlet şiddetinin yaşandığı günlerde gözaltına alınan Hasan Ocak, gözaltına alınmasından iki ay sonra 15 Mayıs 1995 tarihinde işkence sonucu hayatını kaybetmiş bir biçimde bulundu. Kayıp olduğu süre zarfında ailesinin bulunması için yaptığı eylemler Cumartesi Anneleri/İnsanları anmalarının kaynağını oluşturdu. Şiddet ve kolektif hak ihlalleri yoluyla varlığını sürdüren bir siyasi rejimde, demokrasi yanlısı sivil itaatsizlik eylemlerinin ne ölçüde siyasi etki yaratabileceği ve kitlesel destek bulabileceğini öngörmek oldukça zordu. Buna rağmen, yakınları kaybedilen aileler ve insan hakları savunucuları 27 Mayıs 1995’te İstiklal Caddesi üzerindeki Galatasaray Lisesi önünde bir araya geldi ve burayı dinamik bir vicdan mekanına çevirdi. Eylemciler, Arjantin’deki muadilleri olan Plaza de Mayo’da toplanan kayıp anneleri gibi, her hafta Cumartesi günü tekrar etmek üzere, bir oturma eylemi gerçekleştirerek protesto eylemi ve anma etkinliği başlattı. Kaybedilen yakınlarının fotoğraflarını daima ellerinde taşıyan Cumartesi Anneleri/İnsanları'nın iki temel talebi vardı: İlki çocuklarına, eşlerine veya kardeşlerine devlet görevlilerinin ne yaptığına dair somut ve güvenilir bilgi talebiydi. Diğer bir deyişle, bir yandan Türk devletinden çocuklarının bedenlerini talep eden Cumartesi Anneleri/İnsanları, diğer yandan da bu hak ihlallerine dair kolektif hafızayı diri tutmaya çalıştı. İkinci talep, faillerin tespit edilmesi ve hem bu devlet politikasına hem de cezasız kalan faillere ilişkin hakkaniyetli bir yargılama sürecinin başlatılmasıydı. Bu bağlamda, Türkiye siyasi tarihinde önemli bir yeri olan dinamik hafızalaştırma girişimi, devletin gerçekleştirdiği hak ihlallerinin mağduru olan ve yüzlerce zorla kaybetme vakasını toplumların gündemine sokmak adına düzenli ve sabırlı bir biçimde mücadele eden Cumartesi Anneleri/İnsanları tarafından başlatıldı.
Cumartesi Anneleri/İnsanları’nın zorla kaybedilen çocuklarını anma girişimi sadece İstanbul ile sınırlı kalmadı ve diğer şehirlere göre kaybettirilme sayısının en yüksek olduğu Diyarbakır, Şırnak (Cizre) ve Batman gibi şehirlere de yayıldı. Galatasaray Meydanı’ndaki toplanmalar Mayıs 1999’da başladı. Polisin yoğun gözaltı uygulamaları nedeniyle 1999 yılında artan devlet baskısı ile ara verilen buluşmalar kaybetmelerden sorumlu üst düzey devlet görevlilerinin yargılanacağına dair beklentilerin artması ile 2009 yılında tekrar başladı. Bu tarihten itibaren, meydanın bir kez daha yasaklandığı 25 Ağustos 2018 tarihine kadar Galatasaray’da kesintisiz eylem yapan aileler, yasaktan beri İnsan Hakları Derneği İstanbul Şubenin önünde toplanmaya devam ediyor. Cumartesi Anneleri/İnsanları’nın 700. hafta buluşmasına polis müdahale etti ve İçişleri Bakanlığı kararıyla Galatasaray Meydanı’nda bir araya gelmeleri engellenen Cumartesi Anneleri/İnsanları’na yönelik olarak “Kanuna aykırı toplantı ve yürüyüşlere silahsız katılarak ihtara rağmen kendiliğinden dağılmama” suçlamasıyla, Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu’na muhalefet suçundan İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından iddianame düzenlendi. İstanbul 21. Asliye Ceza Mahkemesinde haklarında aynı suçtan yargılanmak üzere dava açıldı. Şırnak’ta 29 Ocak 2011’de başlayan oturma eylemleri çatışmaların tekrar başlamasının ardından 2016 yılında yasaklandı. Diyarbakır’da ise 20 Ağustos 2016 tarihine kadar Yaşam Hakkı Anıtı önünde, açık havada devam eden eylem, 15 Temmuz 2016’daki darbe girişiminin ardından olağanüstü hal (OHAL) ilan edilmesi ile birlikte 393. haftadan itibaren İnsan Hakları Derneği Diyarbakır şubesinde gerçekleşti. OHAL’in sona ermesiyle aileler, yüz hafta sonra 493. eylemi yeniden Koşuyolu Parkı’nda yapmaya başladı. Ancak aradan altı hafta geçtikten sonra eylem bu sefer Diyarbakır Valiliğinin yasak engeline takıldı.
1995 yılında ilk eylemlerini gerçekleştirdiği günden bugüne kadar Cumartesi Anneleri/İnsanları’yla dayanışma içinde olan ve adalet taleplerini paylaşan insan sayısı yıl be yıl arttı. 25 Ağustos 2018 tarihli 700. buluşma ise her ne kadar Beyoğlu Kaymakamlığınca yasaklandıysa da, öncesinde yürütülen kampanya kitleselliğe ulaştı. Twitter üzerinden #BeniBulAnne etiketiyle hazırlanan afişler yaygın bir şekilde dolaşıma girdi, buluşmaya yönelik çağrılar çok farklı haber sitelerinde yer aldı, polisin müdahale ettiği eylemde 46 aktivist ve cumartesi insanı gözaltına alındı. . Mart 2020’den itibaren ise Kovid-19 kaynaklı başlayan küresel salgın sebebiyle anmalar internet platformları üzerinden, her hafta farklı bir mağdur ailesi, politikacı veya insan hakları savunucusunun basın metnini okumasıyla sürdürüldü. Böylelikle Cumartesi Anneleri/İnsanları’nın eylemlerinin daha geniş kesimlere duyurulmasında teknolojik imkanlardan faydalanılmış oldu. Aynı zamanda, Cumartesi Anneleri/İnsanları’nın uzun yıllardır süregelen eylemleriyle ilgili akademik tezler, makaleler, sivil toplum kuruluşları tarafından ulusal ve uluslararası olarak hazırlanan raporlar ortaya çıktı; belgeseller çekildi, tiyatro oyunları sahnelendi, resimler yapıldı. Ahmet Kaya, Ceylan Ertem, Sezen Aksu gibi sanatçılar, Bandista gibi müzik grupları, Selahattin Demirtaş gibi politikacılar Cumartesi Anneleri/İnsanları’yla dayanışmak için şarkılar bestelediler veya seslendirdiler.
Annelerin/insan hakları savunucularının verdiği mücadele, toplumun siyasi olarak aktif bireylerini hedef alan devlet şiddetine yönelik bir tepkiydi. Cumartesi Anneleri/İnsanları’nın taleplerine devletin ilk zamanlardaki tepkisi sessiz kalmak oldu. Bununla birlikte, Annelerin mücadelesine toplumsal ve siyasi destek arttıkça bu sessizlik çabuk bozuldu, eylemlerdeki polis varlığı arttırıldı ve bazıları yakın tarihte olmak üzere, birçok buluşmada polis eylemcilere yönelik şiddete başvurdu. Diğer yandan, ilerleyen yıllarda hükümet Cumartesi Anneleri/İnsanları’nın mağduriyetlerini duymak adına Annelere kulak vermeye başladı. Nisan 2011’de TBMM bünyesinde kurulan İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu, Cumartesi Anneleri/İnsanları’ndan temsilcilerle bir görüşme gerçekleştirdi. Bu komisyon her ne kadar faillere dair kapsamlı bir yargılama süreci başlatma gibi bir misyona sahip olmasa da, Cumartesi Anneleri/İnsanları’nın ülke genelinde ana akım medyada seslerini duyurmasını sağladı. Ayrıca, Şubat 2011’de, dönemin başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, Cumartesi Anneleri/İnsanları’nın temsilcileriyle görüştü, yaşadıklarını ve adalet taleplerini dinledi. Bu taleplere ilk kez kulak veren hükümet AKP iktidarı olsa da, ciddi bir aşama kaydedilmedi. Görüşmeye katılan iki annenin çocuklarının akıbeti hakkında devlet kaynaklarında bulunan bilgiler kamuoyuyla paylaşıldı. Paylaşılan bu bilgiler arasında kaybedilen iki kişinin bedenlerinin nerede olduğuna dair herhangi bir belirleme söz konusu değildi, sadece nasıl kaybettirildiklerine dair bilgiler vardı. Bu bilgiler toplumların siyaseten aktif kesimlerine yönelik devlet şiddetine dair farkındalığı arttırmış olsa da ciddi bir yargılama süreci başlatma konusunda yeterli değildi.
Zorla kaybedilenleri toplumların kolektif hafızasında tutma adına mücadele veren Cumartesi Anneleri/İnsanları’nın karşılaştığı en temel zorluklardan birisi, devletin baskı ve şiddet politikaları oldu. Artan devlet şiddeti nedeniyle 1999 yılında Cumartesi Anneleri/İnsanları yaptıkları oturma eylemlerine ara vermek zorunda kalmıştı. Yüzleşme beklentilerinin artmasıyla 2009 yılında tekrar Galatasaray Meydanı’nda başlayan Cumartesi Anneleri/İnsanları’na meydan bu sefer Ağustos 2018’te yasaklandı. Yoğun katılımın olduğu buluşmanın 700. haftasında polis, eylemcilerin Galatasaray Meydanı’na girişlerine izin vermedi, aralarında kayıp yakınlarının da olduğu onlarca hak savunucusunu gözaltına aldı, biber gazı ve plastik mermi kullanarak toplananlara müdahale etti. Dönemin İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, Cumartesi Anneleri/İnsanları’nın Galatasaray Meydanı’na alınmamasını kastederek “İzin vermedik çünkü artık bu istismarın ve kandırmacanın son bulmasını istedik. Anneliğin terör örgütünce istismar edilmesine, teröre kılıf yapılmasına göz mü yumsaydık?” dedi. Diyarbakır ve Şırnak (Cizre) Cumartesi Anneleri/İnsanları’na yönelik yasaklar ise daha erken tarihlerde, çatışmalı döneme geri dönülen 2016 yılında gerçekleşti. Cumartesi Anneleri/İnsanları’nın adalet talebini içeren eylemler polis kordonu içerisinde yapılmaya devam ediliyor. Ailelerin Galatasaray Meydanı’na çıkmasına ise halen izin verilmiyor.
Cumartesi Anneleri/İnsanları 700. hafta buluşmasına yönelik polis saldırısı akabinde 46 kişiye “Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu’na muhalefet” gerekçesiyle dava açıldı. Zorla kaybettirilen insanların ailelerinin adalet talebini içeren eylemlerin düzenlenmesi anayasal bir hak. Ancak anayasayı askıya alma pahasına açılan bu dava, Türkiye’de insan haklarını ihlal edenlerin değil, eşitlik ve adalet talebinde bulunanların cezalandırıldığını göstermesi açısından önemli bir örnek. Diğer yandan, eşitlik ve adalet talebinde bulunan kişiler ise “terör örgütü mensubu” olarak tanımlanarak mücadeleleri devletin sert müdahalelerine açık hale getiriliyor.
Cumartesi Anneleri/İnsanları’nın farklı şehirlerde düzenli olarak buluşarak gerçekleştirdiği bu dinamik hafızalaştırma çabalarına rağmen zorla kaybedilenlerle ilgili hala kalıcı bir hafıza sahası yaratılmış değil. Bu eksikliğin ciddi bir kısıtlama yarattığı söylenebilir. Özellikle İstanbul’da, kaybettirilenleri anmak amacıyla yapılan kalıcı herhangi bir anıt, müze ya da vicdan sahası henüz yok. Arjantin’deki Plaza De Mayo Anneleri ile kıyaslandığında, Cumartesi Anneleri/İnsanları’nın verdiği mücadeleye odaklanan kalıcı hafızalaştırma sahasının yokluğu daha açık şekilde görülebilir. Cumartesi Anneleri/İnsanları, çocuklarının kaybettirildiği karakolların Utanç Müzeleri haline getirilmesi yönünde bir talebi dillendirmiş olsalar da, bu doğrultuda herhangi bir çaba henüz gerçekleşmiş değil. Bu gibi vicdan sahalarının eksikliği, Türkiye’deki yeni nesillere devlet şiddetine ilişkin hafızanın devredilmesini ve cezasızlığa karşı verilen mücadelenin alanını sınırlandırıyor.