Süleyman Mazlum

Meriç’in İki Yakası: Edirne ve Alexandriapolis (Dedeağaç)

Kemal Taylan Abatan, Süleyman Mazlum ile Lozan Anlaşması mübadilleri hakkında konuştu. 1923 yılında imzalanan Lozan Anlaşması’yla uluslararası sistemde Türkiye Cumhuriyeti’nin konumu netleştirildi ve sınırların belirlenmesine ilişkin ihtilafların çoğu çözüldü. Muktedir oldukları bölgelerde hâlihazırda etnik-dini homojenleştirme politikaları yürüten Türkiye ile Yunanistan, Lozan’da karşılıklı zorunlu göç uygulanması konusunda anlaştı. Bu anlaşmanın sonucunda Türkiye’den Yunanistan’a 190 bini Pontos Rum’u olmak üzere 1 milyon 200 bin Hıristiyan Rum, Yunanistan’dan Türkiye’ye de yaklaşık 500 bin Müslüman Türk zorunlu göçe tabi tutuldu. Her ne kadar iki ülke de sürgün edilen insanların herhangi bir zarar görmeyeceği konusunda mutabakata varmış olsa da bu süreçte ciddi hak ihlalleri yaşandı. Göç ettirilecek kişilerin belirlenmesi için kullanılan kriter dil veya etnik kimlik olmaktan ziyade dindi. Bulgarca veya Arnavutça konuşan Pomaklar, Rumence konuşan Ulahlar ve kendi dillerini konuşan Arnavutlar dini kriter nedeniyle Türkiye’ye göç etmek zorunda kalan gruplardan bazılarıydı. Bu ve diğer sürgün edilen gruplar, izleyen süreçte asimilasyon politikalarına maruz kaldılar. Sürgün edilen ailelerden bazıları yıllarca evsiz kaldı ve bir şehirden diğerine göç edip durmaktan başka bir çare bulamadı. Anlaşma gereğince yalnızca Batı Trakya’da yaşayan Türkler ve İstanbul’da yaşayan Rumlar bu zorunlu göç kararından muaf tutuldu. Lozan Mübadilleri Vakfı, bu grupların hem geçmişte yaşadığı hem de hâlâ devam eden mağduriyetleri üzerine hafızalaştırma projeleri gerçekleştiren bir sivil toplum kuruluşudur. Vakıftan Sülayman Mazlum Lozan Mübadillerinin yaşadıklarına ilişkin bir hafızalaştırma çalışması fikrinin nasıl ortaya çıktığını anlatıyor...

Image i
Kaynak: İzmir Büyükşehir Belediyesi

 

Ağır insan hakları ihlallerinin hafızalaştırılması, anıtlaştırılması neden önemli? 

Bu yıl mübadelenin 99. yılı. Gelecek yıl önemli bir yıl. Hem Lozan’ın hem de mübadelenin 100. yılı. Bilindiği gibi Lozan’da masaya oturulduğunda çok acil olduğu için esirlerin değişimi ve ahalinin mübadelesi konuşulup karara bağlandı. Ondan sonra diğer maddeler Temmuz’a kadar görüşüldü. 23-24 Temmuz’a kadar görüşmeler uzadı. Şöyle bir acil durum vardı: Osmanlı ve Yunanistan’daki ahalinin mübadelesi konusu daha önce de gündeme gelmişti. Çalışmalar yapıldı, Ege’deki Ortodoks Hristiyanların göç ettirilmesi, kuzey Yunanistan’daki(Makedonya) Müslümanların da buraya gelmesi şeklinde. Ancak bu gerçekleşmedi ve I. Dünya Savaşı patlak verdi. Balkan Savaşı’ndan sonra Osmanlı’nın sınırları değişince orada çok büyük bir Müslüman nüfus kaldı. Üstelik o tarihte Makedonya’da Yunanlar, Bulgarlar, Sırplar hak iddia ettiği için çok daha kanlı bir süreç söz konusuydu. Onların değişimi gündeme geldi. Ancak bu Lozan’a kadar gerçekleşmedi. Balkan ve I. Dünya savaşlarından sonra bir takım göçler oldu. Zaten mübadele anlaşmasında da Balkan Savaşı’nın başlama tarihini esas alınıyor. O tarihten sonra Yunanistan’dan Türkiye’ye, Türkiye’den Yunanistan’a gidenlerin hepsi mübadil kabul edildiler. Sadece 1923’teki anlaşmayla başlamıyordu mübadele. 

Tüm savaşlarda olduğu gibi Balkan Savaşı’ndan sonra da çok büyük hak ihlalleri yaşandı. Müslümanların yaşadıkları köyler yakıldı, oradan zorla göç ettirme durumu yaşandı. Ha keza Ege’de de benzer şeyler yaşandı. Ama oradakiler, Makedonya üzerinde üç ülkenin hak iddia etmesinden kaynaklı olarak, çok daha büyük sorunlarla karşılaştılar. Müslümanları hiç kimse istemedi. Çok kötü bir muameleye maruz kaldılar. Bunun acilen Lozan’daki görüşmelerde öne alınmasının bir nedeni de, Kurtuluş Savaşı sonrasında Yunan Ordusu’yla birlikte Ege ve Trakya’daki Rum nüfusunun gitmesiydi. Geriye kalanlar zaten Kapadokya’nın köylerinde yaşayanlardı. O tarihteki iletişim imkanlarını düşünürseniz bu gidişten pek çoğu haberdar bile değillerdi, ne olduğunu bilmiyorlardı. Ama Ege’de yaşayanların çok büyük bir kısmı Yunan Ordusu’yla birlikte gitti. Tabii Yunanistan’da büyük bir nüfus yığılması oldu. Türkiye’yle karşılaştırdığınızda, o dönemde Yunanistan nüfusu 4,5-5 milyon civarıydı. Buradan da bir milyona yakın insan gitti. Dolayısıyla onları entegre etmesi, ev, bark, iş sağlanması, sağlık hizmeti almaları çok zordu. Zaten maddi imkanları da yoktu. Çok zor şartlarda yaşıyorlardı. Bunun üzerine, Yunanistan’ın müzakerecisi Eleftherios Kyriakos Venizelos’un da ısrarıyla mübadele görüşmesi öne alındı. Türkiye de bunu istiyordu ama en zor durumda olan Yunanistan tarafıydı. Bunun üzerine acil olarak bu anlaşma imzalandı. O dönem Birleşmiş Milletler yoktu, Cemiyet-i Akvam vardı. Norveçli Kutup Kaşifi Fridtjof Nansen’i görevlendirdiler ve komisyonlar kuruldu. İsviçre’de bir komisyon kuruldu, sonra Türkiye ve Yunanistan’da birer merkezi komisyon kuruldu. Sonrasında her şehirde de birer alt komisyon oluşturuldu. Bu komisyonlarda I. Dünya Savaşı’na katılmamış tarafsız ülkelerden üyeler seçildi. Tabii şehirlerdeki komisyon üyelerini kastetmiyorum. Merkezi olanlar. Orada bir tespit yapıldı. Etnisiteye göre değil, din esasına göre yapıldı bu tespitler. 

İnsan hakları açısından şöyle hak ihlalleri oldu, bir kere buradaki Rumlar Yunanistan’a gittiklerinde, Kapadokya’dan gidenler Türkçe konuşuyorlardı, Yunanca bilmiyorlardı. Yunan alfabesiyle Türkçe yazıyorlardı. Orada çok iyi karşılanmadılar. “Türk tohumu” gibi hakaretlere uğradılar. Bir de orayı terk eden Müslümanların büyük kısmı çiftçiydi. Büyük toprakları vardı. Yunanlılar o toprakların kendilerine kalacaklarını tahmin ediyorlardı. Diyelim ki, Serez’in köyünde yaşayan birisi mübadeleden sonra gittiğinde onun toprağı Türkiye’den gelen Rum’a tahsis edilecekti. Böyle olunca orada da karışıklıklar ortaya çıktı, kötü muamele gördüler. Tabii orada büyük toprak sahibi olan güçlü kimseler o toprakların bir kısmına el koydular. Toprakların geri alınması durumu yaşandı. Aynı şey Türkiye’de de oldu. Türkiye’de Mustafa Necati görevlendirildi. Meclis tutanaklarına bakarsanız dönemin İçişleri Bakanı’yla bayağı ciddi tartışmalar yaşandığı görülüyor. Rumlar, Türkiye’yi terk ettikten yaklaşık bir yıl sonra Müslüman ahali buraya geldi. Eylül 1922’de savaş bitti fakat 1923’ün sonu, 1924’ün başı gibi Müslümanlar gelmeye başladı. Dolayısıyla bir yıl buradaki Rumların toprakları, malları, mülkleri boş kaldı. Bunların bir kısmına, her şehrin ileri gelenleri el koydular. Fakat bu yasal olarak, uluslararası anlaşmaya göre, Rumların terk ettikleri tüm mallar Yunanistan’dan gelen Müslümanlara tahsis edilmek zorundaydı. Burada da büyük hak ihlalleri oldu. Pek çok kimse orada terk ettiği malların parasal karşılığını alamadı. Çünkü orada kurulan heyet herkesin yatağına, çanak çömleğine kadar kayıt altına aldı. Bu da bir hak ihlali olarak yaşandı. Belki elinde gücü olanlara daha iyi şeyler tahsis edildi ama büyük kısmı mağdur oldu. 

1 milyon 200 bin civarı Rum Türkiye’yi terk etti. Tabii bunların büyük bir kısmı mübadeleden önce kaçarak gitti. Karadeniz’den kaçanlar Rusya’ya, Rusya üzerinden Yunanistan’a gittiler. Bir kısmı orada yerleşip kaldı, bir kısmı Yunanistan’a gitti. Kurtuluş Savaşı sırasında her iki tarafın çeteleri vardı. Onların çatışmalarında ahali bölgeden kaçmak zorunda kaldılar. Karadeniz’den, Ege’den, İç Anadolu’dan Kapadokya’dan, Trakya’dan Rumlar gittiler. 500 bin civarı da Müslüman geldi. Değişik rakamlar var ama 453bin gibi ama tam olarak 500 bin dersek tam sayı vermiş olabiliriz.

 

Image i
Kaynak: İzmir Büyükşehir Belediyesi

 

Balkan ve I. Dünya savaşlarının ertesinde Türkiye ve Yunanistan devletlerinin böylesi büyük nüfus hareketlerini yaratmalarının sebebi sizce neydi?

Ulus-devlet kurmak istiyorlar. Tırnak içinde söylüyorum, “yabancı” unsurlardan kurtulmak istiyorlar. Homojen bir nüfus yapısına sahip olayım, başım ağrımasın diye düşünüyorlar. Yunanistan da aynı şeyi düşünüyor Türkiye de. O tarihlerde çekilen acıların temel sebebi herkes birer ulus-devlet kurmak istiyor, “yabancı” unsurlardan kurtulmaya çalışıyor. Yabancıyı tırnak içinde söylüyorum, aslında buralı  bu insanlar. Buralı olan insanlar gitsinler, benden olanlar gelsinler. Bu tabii kültürel zenginliği de fakirleştiriyor. Homojen bir kültür yaratıyor. Toplumsal gelişmeyi, hoşgörü bilincinin oluşmasını, farklı kültürlerden etkilenmeyi, bir sinerji yaratmayı engelliyor homojen bir ulus yaratma düşüncesi. 

Memleket diyoruz oralara. Atalarımızın memleketi. Vatanımız şimdi burası ama atalarımızın memleketi de orası. Orada doğup büyüdüler. Kaç kuşaktır oradalar, atalarının mezarları orada. Oradaki ahaliyi kendi başına bıraktığınız zaman herhangi bir sorun yok, birbirlerinin boğazına yapışmıyorlar. Ama Makedonya üzerinde üç devletin de hak iddia etmesi, Bulgaristan, Yunanistan ve Sırbistan’ın, ve oralara çeteleri örgütleyip göndermeleri insanların birbirlerinin boğazlarına sarılmasına, birbirlerini katletmelerine sebep oluyor. Olan da o tarihte Müslümanlara oluyor. Çünkü hiçbiri Müslümanları istemiyor. Orada Ortodoks Hristiyan bir nüfus kalmasını istiyorlar. Tabii sonra bakıyorsunuz birbirleriyle de savaşıyorlar. Bulgar Ortodoks Kilisesi (Eksharlığı) kuruluyor ve aralarında tekrar bir mezhep çatışması başlıyor. Yani Makedonya hep bir sorun olarak duruyor. Ama çok zengin ve farklı kültürleri barındırıyor. 

Lozan Mübadillerinin yaşadıklarına ilişkin bir hafızalaştırma çalışması fikri nasıl ortaya çıktı? Bu çalışmalarda kimler yer aldı?

Bu konuda maalesef mübadiller 1924’ten sonra örgütlenemediler. Mübadillerin 1924’lerde kurdukları bir dernek var fakat çok kısa ömürlü oluyor. 1999’a kadar herhangi bir örgütlenmeleri yok. Ama Yunanistan’da Küçük Asya Araştırmaları Merkezi pek çok şeyi kayıt altına aldı. Şarkılarını, müziklerini, anılarını, neredeyse herkesle konuşup neler yaşadıklarını, nasıl geldiklerini, nerede oturduklarını kayıt altına aldılar. Bizde öyle bir şey söz konusu olmadı. Pek çok dernek, federasyon kurdular. Bizde ise 17 Ağustos 1999 depreminden sonra Yunanistan’la olan ilişkilerin yumuşaması ve oradaki Yunanlıların yardıma gelmesi buradaki birinci ve ikinci kuşak mübadillerin örgütlenmesine vesile oldu. 1999 depreminden sonra bir araya gelen birkaç mübadil ve mübadil çocuğu böyle bir vakıf kurma yolunda çalıştılar. 2000 yılında vakfı kurdular. Ondan sonra mübadelenin bilince çıkarılması konusunda pek çok çalışma yapıldı. Toplantılar, sempozyumlar düzenlendi. Dolayısıyla giderek mübadillerin de bilinç kazanmasına vesile oldu. Şimdi Türkiye’de neredeyse 80’e yakın mübadil derneği var. Kurulmaya da devam ediyor. 

Derneklerle pandemi öncesinde İstanbul’da bir toplantı yaptık. Bir Whatsapp grubu üzerinden düzenli toplantılar yapıyoruz, birlikte hareket ediyoruz. Her yıl mübadelenin yıl dönümü olan 30 Ocak’ta bir bildiri yayınlıyoruz. Mübadillerin taleplerini dile getiriyoruz. Bu seneki  bildirinin her bir paragrafı değişik mübadil derneklerinden kimseler tarafından okundu. YouTube’dan yayınlandı. Mübadillerin en önemli taleplerinden bir tanesi Yunanistan ziyaretlerinde vizenin kaldırılması. Atalarımızın doğduğu topraklara ziyaretler yapıyoruz fakat ciddi bir vize sorunuyla karşılaşıyoruz. Hiç olmazsa sadece Yunanistan’a giderken mübadillerin bu zorlukla karşılaşmamasını istiyoruz. Oradaki yerel yönetimler de bunu istiyorlar. Ancak maalesef Avrupa Birliği’nin vize anlaşmaları gereği bu mümkün olmuyor. Özellikle Kuzey Yunanistan’a Avrupalı turist gitmiyor, bizi ilgilendiriyor. Türkler çok gidiyorlar. Selanik olsun, Serez olsun, Drama, Kavala, Vodina, Yanya bütün bu Kuzey Yunanistan’daki şehirler bunu talep ediyorlar. Tabii bu bildiride mübadeleye ve Lozan Antlaşması’na karşı haksız saldırılar ve yalan yanlış bilgiler de düzeltiliyor. 

Bu vakfın kuruluşunda mübadiller ve mübadil çocukları yer aldı. 65 kurucusu ve mütevelli heyeti var. Tabii şimdi hayatını kaybedenler oldu, 65’in altına düştü. Eğer uygun bulunursa yerlerine yeni insanlar katılıyor. Vakfın kuruluş senedinde mübadil torunu ya da çocuğu olunmasına ilişkin bir madde bulunuyor. Mübadelenin 80. ve 90. yıllarında birer uluslararası sempozyum düzenledik. Şimdi 100. yılda uluslararası bir sempozyum için hazırlık yapıyoruz. Bu toplantıların ortakları Yunanistan’dan Küçük Asya Araştırmaları Merkezi’yle, Azınlık Grupları Araştırmaları Merkezi. 2006 yılında bir ayağı Mustafapaşa’da bir ayağı Girit’te olan, Atölye çalışması ve Uluslararası bir sempozyum düzenledik. Yine Meriç’in İki Yakası diye bir ayağı Edirne’de bir ayağı Alexandriapolis’te(Dedeağaç) olan bir etkinliğimiz oldu. Bu konuda pek çok çalışmamız var. Çatalca’da bir mübadele müzesi kurduk. İşletmesini Çatalca Belediyesi’yle birlikte yapıyoruz. Yunanistan ve Türkiye’de 100’ün üzerinde konser gerçekleştiren bir koromuz var. Lozan Mübadilleri anısına İzmir’de, Çanakkale’de, değişik yerlerde anıtlar yapıldı. Anı evleri oluşturuldu.

Mübadillerle ve mübadil çocuklarıyla düzenli söyleşiler yapıyoruz. Birinci kuşak mübadillerle pek çok söyleşi yaptık, anılarını kayıt altına aldık. Ses kaydı ve videolar. Önemli birer belge olacaklar. 2009’dan bu yana Mübadil Kentler adı altında söyleşilere başladık. Bu konuda uzman  olan araştırmacılar vakıf merkezinde sunuş yapıyorlardı, onları kitap haline getirdik. Bir de Lozan’la ilgili, yayılan gerçek dışı bilgiler üzerine 10 tane konu başlığı belirledik. O konularda çalışmış olan uzman akademisyenler sunuş yaptı, onu da kitap haline getirdik. 30’a yakın yayınımız var. Pandemi döneminde söyleşileri Zoom üzerinden gerçekleştirdik fakat sonraki ekonomik gelişmeler sebebiyle bunları kitap olarak yayınlayamadık. Hasretim İstanbul projemiz vardı, 17 Nisan 2010’da İstanbul’un Kültür Başkenti olduğu yıl. İstanbul’dan Yunanistan’a göçen Rumlarla söyleşiler yapıldı. Buradan arkadaşlarımız gittiler. Daha sonra bunu bir kitap ve belgesel haline getirdik. Zaman zaman bu sergiyi açıyoruz. Bunun gibi başka projemiz de var. Mübadil Aile Öyküleri diye bir projemiz var. Adı üstünde, her iki taraftan da mübadil olan ailelerin öykülerini hem kitap olarak yayınladık, hem de sergi haline getirdik. Başka bir projemiz de Yunanistan ve Türkiye’den, önyargılarla atalarının doğduğu toprakları ziyaret etmemiş 20’şer kişiyle söyleşiler yaptık. Sonra Yunanistan’a gittiler, oradakiler buraya geldi. Döndüklerinde tekrar söyleşiler yapıldı. Bu da bir sergi ve kitap haline getirildi. 

Kapadokyalı mübadiller her yıl Ağustos ayında “gavuştima” diye bir etkinlik yapıyorlar. Her yıl Yunanistan’ın değişik bir yerinde organize ediliyor. Bütün Kapadokyalı mübadiller bir araya gelip, folklor gösterileri, yemekler, şarkılar, konserler, sergiler düzenliyorlar. Çok büyük bir şenlik. Bu yıl Bursa’nın Nilüfer Belediyesi’nde 23-24 Temmuz’da “Büyük Mübadil Buluşması”nı gerçekleştirmek istiyoruz. Sergiler, folklor gösterileri, konserler, çevre gezisi olacak, mübadil kuruluşlar stand açacaklar. Bunu ilk olarak yapacağız tabii. 

5-6 Haziran’da Lüleburgaz’da 3 günlük bir etkinlik var. Lüleburgaz Belediyesi orada bir Göç Evi açmak istiyor. O vesileyle sergiler, paneller olacak, vakfımızın korosu konser verecek. Umuyoruz ki 100. yılda daha büyük bir mübadil buluşmasını gerçekleştirebiliriz.

 

Image i
Kaynak: 93. Yıl Lozan Mübadilleri Sarıyer Etkinliği

 

Bu süreç içerisinde hafızalaştırmaya, anıtlaştırmaya ilişkin yaklaşımlarınız, fikirlerinizde değişiklikler, dönüşümler oldu mu? Eğer evet ise, bunlardan bahsedebilir misiniz? 

Ben önyargılı bir ailede yetişmedim. Edirne’de doğdum orası da çok kültürlü bir yerdi. Ailemde de bu tarz önyargılar yoktu. Orta okulda, lisede Musevi sıra arkadaşlarımız vardı. Dolayısıyla fikirlerimde değişim olmadı. Ama gördüklerimi söyleyeyim, Yunanistan’a götürdüğümüz kişilerin düşüncelerinin değiştiğini, önyargılarının kırıldığını gördük. Oraya gittiğimizde, Türkiye’den giden Mübadiller bizi“Gardaşlarımız geldi” diye karşılıyorlar. Çok iyi, misafirperverler. Hep iyi karşılandık. Fikirlerimde değişiklik olduğunu sorarsanız, önyargım yoktu ama bu kadar misafirperver olduklarını bilmiyordum. Bu beni şaşırttı. Onlar da buradan gitmişler. Gezilerimiz kapsamında, Mayıs ayında 3-4 otobüs ve Eylül ayında yine 3-4 otobüs gidiyorduk. Orayı ziyaret ettikten sonra onların da fikirlerinin değiştiğini gördük. Pandemi süresinde bu gezileri gerçekleştirmek mümkün olmadı. Ama katılım az olsa da tekrar başlayacak. 

İçinde bulunduğunuz bu sürecin ve ürettiğiniz hafıza işinin yaratmasını beklediğiniz (politik, toplumsal, kişisel) etkiyi nasıl tarif edersiniz? Başka türlü sormak gerekirse bu çalışma kiminle konuşuyor, kimi muhatap almak istiyor? 

Bizim vakfımızın ana sloganı “Çekilen acılar bir daha yaşanmasın”. Bütün çalışmalarımız bunun üzerine. Tabii önyargıların da kırılması, bir dostluk iklimi oluşmasını istiyoruz. Biz gitmeye başladıktan sonra bahsettiğimiz diğer dernekler de gidip gelmeye başladılar. Münferit olarak gidip gelenler de oldu. Oradan gelenler zaten var. Bu durum karşılıklı bir tanıma sürecini oluşturdu. Bu süreç içerisinde ciddi bir bağ olduğunu düşünüyorum. Her yıl koromuz oraya gidiyor. Sadece ana karada değil, Girit’te, Midilli’de, Sakız’da, Taşoz’da konserler ve geziler gerçekleşiyor. Neyi amaçlıyorsunuz derseniz, bu acılar ciddi bir travma; örnek veriyorum, insanlar daha iyi anlayabilsin diye, düşünün ki sizi ailenizle birlikte Malezya’ya gönderiyorlar ve bir daha 50 yıl dönmek yasak. Mübadiller de aynı şeyleri yaşamışlar. Bir anda mallarını mülklerini bırakıp gitmişler bu müthiş bir acı. Ciddi bir travma aslında. Şu anda Ukrayna’da da benzer şeyler yaşanıyor. İnsanlar birkaç parça eşyalarını alıp, bir trene atlayıp bilinmezliğe gidiyorlar. Bütün çabamız önyargıların kırılması, dostluk ortamı oluşması, halkların birbirini tanıması, birbirine düşman olmaması, düşmanlık gütmemesi.

Türkiye’de hafızalaştırma alanın koşullarını nasıl değerlendiriyorsunuz? Karşılaştığınız zorluklar veya kolaylıklar neler oldu/oluyor? 

Şu ana kadar yaptığımız çalışmalarda vize zorluğu harici Yunanistan ve Türkiye’den bir zorlukla karşılaşmadık. Yunanistan’daki Küçük Asya Araştırmaları Merkezi’yle birlikte pek çok projeler yaptık, bunlarda da zorlukla karşılaşmadık. Devletten, belediyelerden, siyasi kesimlerden herhangi bir maddi yardım almadık. Kimsenin maddi veya manevi himayesine girmeyi düşünmüyoruz. Yapmak istediklerimizi bağımsız yapmak istiyoruz. Eğer birilerinden yardım almaya başlarsak onların yörüngesine girebiliriz. Bu sefer bizi gütmeye başlayacaklar. Mübadillerin vizelerinin kaldırılması dışında maddi bir talebimiz olmadı. Yanlış anlaşılmasın, belediyelerle şöyle bir ilişkimiz olabiliyor, mesela 100. yılda yapılacak sempozyum için Şişli Belediyesi ev sahipliği yapıyor. Gelen misafirlerin ağarlanmasında destek oluyorlar. Ama sempozyumun içeriğine, neler konuşulacağına, kimlerin konuşacağına dair bir müdahaleleri yok. Çatalca’daki müzeyi de biz kurduk, bizim üzerimize kayıtlı. Ama biz oradaki müze sorumlusunun maaşını, elektrik, su gibi giderleri karşılayamayacağımız için Çatalca Belediyesi’yle bir protokol yaptık, bu masrafları onlar karşılıyorlar. Onlara da teşekkür borçluyuz.

Adalet arayışı ile hafızalaştırma çabası arasındaki ilişkiyi nasıl değerlendiriyorsunuz? Adaletin sağlanması için işletilecek süreçlerde bu tür hafıza çabalarının rolü olabilir mi? Eğer varsa bunu biraz açabilir misiniz? 

Mübadelenin ilk yıllarında hak ihlalleri yaşanmış. Şimdi sadece hakaretamiz sözler ediyorlar. Bunlar tabii Mustafa Kemal Atatürk ve Lozan’dan kaynaklı, bu ikisini hedef alan sözler. Ama mübadillere de ucu dokunuyor elbette. Hak ihlali denilebilecekse, münasebetsiz sözler olabiliyor. Bunun dışında herhangi bir hak ihlali, hak ihlali denilebilirse tabii, yaşanmıyor. 100 yıl önce yaşanan hak ihlalleri açısından da, o süreçte çözülmüş veya çözülmeye çalışılmış. Ancak şu anda buna ilişkin bir talep veya mücadele yok. 

Türkiye’den veya dünyadan örneklerle birlikte baktığınızda hem kolektif hafıza hem de hafızalaştırma çabaları bugün nasıl düşünülüyor? Bu alanın geleceğine dair fikriniz nedir? 

Dünyada uluslararası bir anlaşma bağlamında yaşanan ilk zorunlu göç Lozan Mübadillerinin yaşadıkları. I. Dünya Savaşı’ndan sonra kısmen Polonya’yla Almanya, ve diğer sınırdaş olan Avrupa devletleri arasında, Almanya ve Fransa gibi ülkeler arasında nüfus hareketleri var. Çünkü savaş sonrasında sınırlar değişince insanlar da yer değiştiriyorlar. Ama uluslararası anlaşmalarla bu ölçekte bir nüfus değişiminin başka örneği yok. Daha sonra Hindistan ve Pakistan arasında oluyor. Bir de Balkan Savaşı sonrasında yine bir anlaşmayla Türkiye ve Bulgaristan arasında oluyor. Ama o nüfus değişimi sınır hattında bulunan köylerin değişimi şeklinde yaşanıyor. Bulgaristan tarafında kalan Türk köyleri buraya, burada olan Bulgar köyleri oraya gönüllü bir şekilde gidiyorlar. Bu da yaklaşık 35-40 bin kişiyi kapsıyor ve gönüllülük esasına göre. İki tarafın sınırlarından içeriye 15 mil kadar olan alanı kapsıyor bu değişim. Tabii Bulgarlardan oluşan bir köyün tamamı gittiğinde birkaç aile burada kalmak istemez, onlar da gidiyorlar. Dolayısıyla bir anlamda herhangi bir zor kullanma durumu söz konusu değil ama insanlar terk ediyorlar. Edirne, Kırklareli, Türkiye-Bulgaristan Sınırı’nı düşünün oradaki her iki taraftan 15 mil içerisinde kalan köylerde bu değişim yaşanıyor. Bir de böyle bir anlaşma var. Ha keza Yunanistan ve Bulgaristan arasında da oluyor. Güney Bulgaristan’da kalan Yunanlılar Yunanistan’a, Kuzey Yunanistan’da bulunan Bulgarlar da Bulgaristan’a gidiyor. Dolayısıyla hak ihlalleri bağlamında kendimizi özdeşleştirebileceğimiz örnek çok az. İnsanlar savaş esnasında göç ediyorlar. Bizim ailelerimiz savaş sonrasında göç etmişler. 

16 Mayıs 2022, Pazartesi