Osmanlı İmparatorluğu 19. yüzyıla kadar Müslümanların ayrıcalıklı olduğu bir toplum yapısına sahip olsa da çok etnikli ve dinli karakterini sürdürebildi. Ancak Osmanlı bürokrasisi, devletin güçten düşmesiyle yaşanan geniş çaplı toprak kayıplarının ertesinde çeşitli reformlarla varlığını sürdürebilmenin yollarını aradı. Bu reformların temel amacı devletin merkezileşmesi yönünde adımlar atmaktı. Ancak bu adımlara karşılık özellikle merkeze uzak olan vilayetlerde çeşitli direnişler gelişti. Bu direnişlere tepki olarak Osmanlı bürokrasisi ve askeri sınıfı içerisinde Osmanlıcılık, ümmetçilik, Türkçülük gibi çeşitli akımlar ortaya çıktı.
II. Meşrutiyet’in 1908 yılında ilan edilmesinden sonra adım adım iktidarı ele geçiren İttihat ve Terakki Cemiyeti, izleyen yıllarda Osmanlı tebaası içinde yer alan gayrimüslim toplumları hedef alan Türkleştirme politikalarını yürürlüğe koydu. Balkan Savaşları (1912-13) sonrasında imparatorluğun Balkanlardaki topraklarının büyük bir kısmını kaybetmesiyle birlikte bu Türkleştirme politikaları daha radikal bir boyut kazandı ve nihayetinde 1915 yılında Ermeni Soykırımı’nın nedenlerinden biri oldu. Bu süreçte, I. Dünya Savaşı’nın kaybedenleri safında yer almak İttihatçıların örgütsel olarak çöküşüne sebep oldu. Lakin bu siyasi hareketin ideolojik mirası Türk milliyetçiliği ekseninde ve Mustafa Kemal liderliğinde etkili olmaya devam etti. Yunanistan’ın Anadolu topraklarını işgal etmesi sonucu Türk ordusu ile Yunan ordusu arasındaki kanlı çatışmalar 1922 yılına kadar sürdü ve bundan Anadolu’nun yerleşik halkı olan Rumlar da nasibini aldı. Türk milliyetçilerinin Ege bölgesini kontrol altına almaları sonrasında bu çatışmalar bitti, ancak Türk ile Rum toplulukları arasında savaş sürecinde artan karşıtlık devam etti.
Türkler ve Rumlar arasındaki karşıtlık açısından 19 Mayıs 1919 yılı bir milat olarak sayılabilir. Yüzyıllardır kendi kültürleriyle Pontos bölgesinde yaşayan Rumların imhası bu tarihte başladı. Yunanistan ulus-devletinin 1832’de Osmanlı’ya karşı bağımsızlık mücadelesi vermesi ve bağımsızlığını ilan etmesi, sonrasında 1912-1913’te yaşanan Balkan Savaşları’nda Osmanlı’yla savaşa girmesi, Türk yönetici elitlerinde Osmanlı Rumlarının da benzer bir harekete kalkışabilecekleri şüphesini doğurdu. Küçük Asya’nın Türkleştirilmesi amacıyla 1915’te başlayan etnik temizlik, Ermeni ve Süryanilere olduğu gibi Rumları da hedef aldı. I. Dünya Savaşı’nın son bulmasının ardından Mustafa Kemal öncülüğünde gelişen Türk Ulusal Kurtuluş Savaşı esnasında Pontos bölgesinde bulunan, çeşitli kaynaklara göre 500-600 bin nüfusa sahip olan Pontos Rum topluluğu, Kuvayımilliye çeteleri ve bilhassa Topal Osman’ın saldırıları sonucunda soykırıma uğradı. Pontos Rumlarına dönük saldırılarda 303.238 insan katledildi. Sonrasında Türk ordusuyla yaşanan çatışmalarda ve mübadele sürecinde ise 50 bin civarı Pontoslu Rum’un öldürüldüğü tahmin ediliyor. Dolayısıyla 1919-1923 tarihleri arasında Küçük Asya’da toplamda en az 353 bin Pontoslu Rum’un soykırıma uğradığı düşünülüyor (Çilingir, 2016: 139). Farklı coğrafyalarda yaşamını sürdüren Pontos Rumlarına göre bu sürecin başlangıcı Mustafa Kemal’in Samsun’a çıkmasıyla başlıyor.
Pontos Rumlarına dönük saldırılar gerçekleşirken bir yandan Türkiye ile Yunanistan arasında, özellikle Küçük Asya’nın Batı bölgelerinde savaş devam etmekteydi. Kanlı çatışmalar neticesinde Türk ordusu galip geldi ve 9 Eylül 1922’de İzmir’i aldı. Türk ordusunun İzmir’i almasının ardından başlayan büyük yangın sonucu yoğunluklu olarak Rumların ve Ermenilerin yaşadığı yerleşim bölgeleri yok edildi.
1923 yılında imzalanan Lozan Anlaşması’yla uluslararası sistemde Türkiye Cumhuriyeti’nin konumu netleştirildi ve sınırların belirlenmesine ilişkin ihtilafların çoğu çözüldü. Muktedir oldukları bölgelerde hâlihazırda etnik-dini homojenleştirme politikaları yürüten Türkiye ile Yunanistan, Lozan’da karşılıklı zorunlu göç uygulanması konusunda anlaştı. Bu anlaşmanın sonucunda Türkiye’den Yunanistan’a 190 bini Pontos Rum’u olmak üzere 1 milyon 200 bin Hıristiyan Rum, Yunanistan’dan Türkiye’ye de yaklaşık 500 bin Müslüman Türk zorunlu göçe tabi tutuldu. Her ne kadar iki ülke de sürgün edilen insanların herhangi bir zarar görmeyeceği konusunda mutabakata varmış olsa da, bu süreçte ciddi hak ihlalleri yaşandı. Göç ettirilecek kişilerin belirlenmesi için kullanılan kriter dil veya etnik kimlik olmaktan ziyade dindi. Bulgarca veya Arnavutça konuşan Pomaklar, Rumence konuşan Ulahlar ve kendi dillerini konuşan Arnavutlar dini kriter nedeniyle Türkiye’ye göç etmek zorunda kalan gruplardan bazılarıydı. Bu ve diğer sürgün edilen gruplar, izleyen süreçte asimilasyon politikalarına maruz kaldılar. Sürgün edilen ailelerden bazıları yıllarca evsiz kaldı ve şehirden şehire göç edip durmaktan başka bir çare bulamadı. Anlaşma gereğince yalnızca Batı Trakya’da yaşayan Türkler ve İstanbul’da yaşayan Rumlar bu zorunlu göç kararından muaf tutuldu. Lozan Mübadilleri Vakfı, bu grupların hem geçmişte yaşadığı hem de hâlâ devam eden mağduriyetleri üzerine hafızalaştırma projeleri gerçekleştiren bir sivil toplum kuruluşudur.
Yararlanılan Kaynaklar
Çilingir, T. (2016). “353 Bin Rakam Değil İnsan”. I. Dünya Savaşı ve Sonrasında Pontos Soykırımı - Konferans Tebliğleri. Pencere Yayınları.
Lozan Mübadilleri Vakfı bünyesinde gerçekleştirilen projelerin temel amacı milyonlarca insanın yaşamış olduğu kolektif acı ve mübadele sürecinin sebep olduğu sonuçlar üzerine hafızalaştırma çalışmaları yapmak. Bu projeler arasında yer alan en önemli faaliyetlerden biri, Çatalca Belediyesi ile Lozan Mübadilleri Vakfı tarafından ortak bir şekilde gerçekleştirilen Çatalca’daki Mübadele Müzesi. Bu müzenin birincil amacı, mübadele dönemine ait kültürel ve tarihsel materyalleri sergileyerek yeni nesillerin kolektif hafızasında bu dönemde yaşananları diri tutmak. Müzede mübadele dönemi ile ilişkili şekilde sergilenen materyaller arasında kıyafetler, enstrümanlar, müzik kitapları, ev ve mutfak gereçleri, fotoğraflar ve ilgili döneme ait belgeler ile göç sürecinde mübadillere verilen mülkiyetle alakalı belgeler yer alıyor. Müzenin bulunduğu Çatalca, öncesinde Rumların yaşadığı bir yerleşim yeri olmakla birlikte, bu bölgenin de tarihsel dokusuna uygun bir şekilde restore edilmesi hâlâ süren bir başka proje. Bunların yanı sıra, dinamik hafızalaştırma çalışmaları arasında yer alan ve bu vakıf bünyesinde gerçekleştirilen çalışmalardan biri, Aile Hikâyeleri Sergisi olarak adlandırılan ve mübadil ailelere ilişkin tanımlayıcı bilgiler ile fotoğrafların yer aldığı bir sergi. Yaşanan kolektif acıların hafızalaştırılmasının yanı sıra, Lozan Mübadilleri Vakfı’nın gerçekleştirdiği faaliyetler arasında mübadele sonrası arta kalan kültürel mirasın korunmasını amaçlayan projeler de var. Vakfın faaliyet alanları arasında belgeleme de yer alıyor. Mübadillerin sürgün öncesi yaşadığı yerlerdeki kültürel ve müzikal tarihin yanı sıra göç ettirilen ailelerin hikâyelerinin de yer aldığı kitaplar hâlihazırda yayımlanmış durumda. Son olarak, bu vakıf Türkiye’de ve Yunanistan’da yaşayan azınlık gruplarının vatandaşlık haklarının geliştirilmesi, sahip oldukları medya araçlarının güçlendirilmesi üzerine konferanslar düzenliyor ve bu bağlamda raporlar hazırlıyor. Ayrıca vakıf bünyesinde kurulmuş olan bir koro aracılığıyla sanatsal faaliyetler yürütülüyor. Lozan Mübadilleri Vakfı’nın Yunanistan’daki en önemli partneri ise Küçük Asya Araştırmaları Merkezi. Bu merkezle birlikte yürütülen çalışmalar kapsamında pandemi öncesinde başlatılan karşılıklı gezilerin sürdürülmesi amaçlanıyor. Bu gezilerle Türkiye ve Yunanistan’da yaşayan mübadillerin torunları arasında bir köprü kurulması isteniyor. Bu köprü sayesinde, Lozan Mübadelesi gibi büyük zorunlu göç hareketlerinin bir daha yaşanmaması için toplumsal bilincin geliştirilmesi hedefleniyor.
Bunun yanı sıra Türkiye’nin ilk mübadele anıtı 2012 yılında Çanakkale’nin Ayvacık ilçesine bağlı Küçükkuyu beldesinde açıldı. Belediye Başkanlığı, nüfus mübadelesinde yaşanan dramı hatırlatması amacıyla liman içinde yaptırdığı “Mübadele Anıtı”nın açılışını Yunanistanlı konukların da katılımıyla yaptı. Küçükkuyu beldesinin kurucuları arasında sayılan Girit ve Midilli Mübadilleri anısına Küçükkuyu’da, karaya çıktıkları ilk noktaya yapılan “Mübadele Anıtı”, 130 yıl önce Girit adasında o günkü yerel kıyafetleriyle fotoğrafı çekilmiş bir aileyi temsil etmektedir.
Türkiye ile Yunanistan arasında yapılan nüfus mübadelesinin temel amacı, yeniden yapılandırılan bu ulus-devletlerin, etnik-dini sebeplerle ihtiyaç duydukları homojenleştirme politikalarıydı. Bu “gereksinim” nedeniyle yaklaşık 2 milyon kişi zorla yerinden edildi. Bu sürgün politikasının mağdurlarını anan hafızalaştırma projeleri mağduriyetleri kamuoyunun bilgisine sunuyor. Sürgünü deneyimleyen ilk nesil mübadillere bakılacak olursa, birçoklarının ciddi duygusal travmalar yaşadıkları, doğdukları ve büyüdükleri yeri bir daha görmeye fırsat dahi bulamadan bu dünyadan ayrıldıkları görülüyor. Böyle bir kolektif travma karşısında vakfın gerçekleştirmiş olduğu müzeleştirme projesi ile unutma ve sessizlik kültürüne karşı verilen mücadelede önemli bir adım atılmış oldu. Diğer yandan, benzer projeler sayesinde mübadillerin kültürel ve sosyal tarihleri muhafaza edilerek yeni nesillere ulus-devlet projeleri sonucunda ödenen insani bedeller gösteriliyor. Bununla birlikte, gerçekleştirilen projeler sadece 1920’li yıllara ilişkin olmaktan ziyade hâlihazırda Türkiye’de ve Yunanistan’da yaşayan azınlık gruplarının yaşadığı sorunların çözülmesi için de önemli bir zemin yaratıyor. Her ne kadar 1930’lu yıllara gelindiğinde bu zorunlu göç süreci tamamlanmış olsa da, bu ülkelerde yaşayan azınlık gruplarının karşı karşıya kaldığı sorunlar sona ermedi. Bu iki ülke, vatandaşı olan azınlık gruplarının kolektif haklarını mütekabiliyet ilkesine göre düzenledikleri için grupsal haklar her zaman siyasi pazarlıkların konusu haline getirildi. Bu durum, mübadeleden sonra da göç ettirilmeyen grupların sürekli baskı görmesine sebep oldu. Örneğin, 1950’li yıllardan 1970’li yıllara kadar, bu azınlık gruplarının yaşamları Kıbrıs krizi nedeniyle ciddi bir biçimde etkilendi. 1955 yılında yaşanan 6-7 Eylül Pogromu sebebiyle Ermeni ve Yahudi vatandaşlarla birlikte Rumlara da saldırılar yapıldı. Bu saldırılar neticesinde göçler yaşandı. 1964 yılında, Türkiye 13.000 Rum vatandaşını yeniden zorunlu göçe tabi tuttu. Yaşananların 1920’lerde kalmadığı düşünülecek olursa, hem politika yapıcıların hem de toplumun gündemine bu azınlık gruplarının yaşadığı sorunları getirmesi bakımından vakfın önemli bir işleve sahip olduğu söylenebilir.
Bu projelerin yarattığı etkilere rağmen, bu ülkelerde yaşayan azınlık gruplarının eğitim, vicdan özgürlüğü, ana akım medyadaki azınlık temsilleri gibi konularda kayda değer sorunlarla baş başa kaldığını söyleyebiliriz. Türkiye ile Yunanistan arasındaki ilişkilerin son yıllarda biraz daha normalleştiğini söylemek mümkün olsa da, kıta sahanlığı ve Kıbrıs gibi sorunların hâlâ çözülmemiş olması, ilişkilerin tamamen normalleşmesinin önünde büyük birer engel. Bu sorunlar, azınlık grupların siyasi, ekonomik ve kültürel haklarına yönelik bir potansiyel tehdit oluşturmaya devam ediyor ve ırkçı saldırılara karşı bu grupları daha korunmasız kılıyor. Çünkü ülkede yaşayan azınlık grupları vatandaştan çok rehin muamelesi görebiliyor. Ayrıca, mübadeleye maruz bırakılan ailelerin ortak taleplerinden birisi, daha önce yaşadıkları yerlere gidebilmek için vizeden muaf tutulmak. Göçmen hakları için çalışan kurumlar bu konuda birtakım girişimler başlatmış ve sorunu Türkiye’de parlamentoya dâhi intikal ettirmiş olsalar da henüz somut bir aşama kat edebildiklerini söylemek zor.