Söyleşi Huşamadyan

Arlet İncidüzen

Huşamadyan: Osmanlı Ermeni yaşamını canlandıran bir anıt

Osmanlı Ermenilerinin Anadolu’nun çeşitli yerleşim yerlerindeki sosyal ve kültürel yaşamlarını hatırlatma amacıyla 2011 yılında kurulan Huşamadyan web sitesi Ermenice, Türkçe ve İngilizce olarak yayın yapıyor. 1915’ten beri bir devlet politikası olan inkâr kültürüne karşı sistematik bir şekilde yok edilmeye ve unutturulmaya çalışılan Anadolu’daki Ermeni varlığının dijital bir arşivini tutmayı hedefleyen projenin web sitesi, en çok Türkiye’den ziyaretçi alıyor. Ece Koçak, proje ekibinden çevirmen ve eğitimci Arlet İncidüzen ile yaptığı söyleşide hem Huşamadyan projesinin misyonunu ve yöntemlerini hem de büyük bir kararlılıkla sürdürülen Ermeni yayın geleneğinin Türkiye’de geçmişle yüzleşme sürecine nasıl alan açtığını konuştu.

Image Huşamadyan tarafından 27 Mart-10 Nisan 2013 tarihlerinde Berlin’de düzenlenen “Mekânsız Hafıza” sergisinden, Fotoğraflar: Vivi Abelson.
Huşamadyan tarafından 27 Mart-10 Nisan 2013 tarihlerinde Berlin’de düzenlenen “Mekânsız Hafıza” sergisinden, Fotoğraflar: Vivi Abelson.

 

2010 yılında Berlin’de kurulan Huşamadyan Derneği’nin bu web sitesini zenginleştirme, geliştirme dışında yürüttüğü faaliyetler var mı?

Dünya şehirlerinde, özellikle Ermenilerin diasporada yoğun oldukları yerlerde düzenlediği sergiler ve atölye çalışmaları var. Atölye çalışmalarının içeriği daha çok materyal toplamaya yönelik zaten ama tabii söyleşiler de olabiliyor. Malzeme toplama dışında içeriğe insanların ilgisini çekecek bir şeyler eklenebiliyor, çıkarılabiliyor. En son Atina’da bir sergi yapıldı, şimdi aynı sergi Berlin’de mesela, iki ay boyunca Berlin’de sergilenecek. O sergide de gene bizim dünyanın çeşitli yerlerinden topladığımız insanların kişisel geçmişlerine ya da kurumlara ait evraklar vs., bize ait olan arşiv var, yani gittiğimizde bize verilmiş kartpostal, kitap olabilir, fotoğraf olabilir, bir şekilde bulduğumuz. Bir de daha çok ve büyük bir kısmı da bu atölye çalışmalarında, kamp gibi zaten 2–3 gün süresi, sabit bir yeri duyuruyoruz ve insanlar kendi kişisel eşyalarını getiriyorlar, hikâyelerini biz orada not alıyoruz.

Image Huşamadyan tarafından 27 Mart-10 Nisan 2013 tarihlerinde Berlin’de düzenlenen “Mekânsız Hafıza” sergisinden, Fotoğraflar: Vivi Abelson.

Bu atölyelerin belli bir teması oluyor mu yoksa orada yaşayan Ermenilerle buluşma için bir vesile mi oluyor?

Buluşma için bir vesile oluyor, doğrudan “şu amaçla geliyoruz” demiyoruz. Huşamadyan genelde yerel bir Ermeni derneğiyle ya da bir yayın organıyla ortaklık kuruyor. İstanbul’da Hrant Dink Vakfı ile mesela. Atina’da Armenica Derneği ile mesela. Onların bir merkezi oluyor, yerel oldukları için, “Huşamadyan 3 gün boyunca şurada olacak” diyoruz. İnsanlar hem tanışmak istiyorlar hem de anlatmak istiyorlar. Bazıları da tabii çok ilginç bir şekilde artık üçüncü ya da dördüncü nesil Ermeni olmuş ama tabii aile başka unsurlarla da karışmış. Diasporada, özellikle de batıdaki Hristiyan toplumlarda o karışma daha çok. Ermenilikle ilgili, kimlikle ilgili bilgileri de daha az, zayıflamış ve ilgi oluşmuş. Mesela büyükannelerinden kalma fotoğraflar var arkalarında Ermenice yazılar var fakat artık ailede onu okuyacak insan kalmamış. Hem merak ettiklerinden hem de hani onların ne anlama geldiğini anlamak istediklerinden, kendi arayışlarından da gelip bizimle görüşmek istiyorlar. Tabii bu bizim için çok güzel bir şey, aslında yaratmak istediğimiz etki bu. Yani “geçmiş böyleydi” demekten ziyade bizim birincil amaçlarımızdan biri de mevcut olan, günümüzde yaşayan insanlardaki kimlik ve geçmiş köken bilincini canlı tutmak.

Site ne zamandır yayında?

Site 2011 olmalı, hemen açılmış olmalı. Başta Türkçe makalesi çok azdı. İşte benim dahil olmamla birlikte, şimdi Nazlı Temir Beyleryan da çeviri yapıyor, Sevan Değirmenciyan da var... Türkçe çevirmen sayısı artınca tabii daha dengeli oldu. Şu anda her içeriğin paylaşımı üç dilde ve eş zamanlı yapılıyor. Eski makalelerde ağırlık Ermenice ve İngilizceydi. Türkçelerin artması Türkiye’den okunurluğunu çok artırdı. En çok tıklanan ülke Türkiye. Huşamadyan’a en çok Türkiye’den giriliyor.

Bir yandan hiç şaşırtıcı değil, bir yandan da şaşırtıcı aslında…

Şaşırtıcı. Daha doğrusu beklenen ve arzulanan bir şeydi. Şaşırtıcı kısmı, gerçekleşmiş olması.

Image Pilibos Kazancıyan’ın “Harput ve Köyleri” başlıklı el yazmasından sayfalar.

Demin Atina atölyesi örneğini verirken bahsettiniz ama yine de yöntemi daha detaylı sormak istiyorum. Hakikaten sitede çok fazla birikmiş şey var: müzik kayıtları, yemek tarifleri, kişisel mektuplar vs. Bunları fiziksel olarak tutuyor musunuz diye soracaktım, tutmadığınızı söylediniz ama uygulamada nasıl bir yöntem izliyorsunuz? Birinci sorum, yöntem olarak insanlar size bir şey ulaştırmak istediklerinde siz o materyallerle nasıl angaje oluyorsunuz, nasıl işliyorsunuz? İkinci sorum, bütün bu süreçte Türkiye’den iletişime geçenlerle olan yazışmalarınız sonunda genelde nasıl materyaller geliyor?

Atölyelerin dışında da materyal edinebiliyoruz, birkaç şekli var aslında. Önce atölyeyi anlatayım. Atölye dediğimiz, adına “workshop” diyoruz aslında ama yani toplanıyoruz orada. Önceden saat belirtiyoruz, sabit bir yer belirliyoruz, sayfalarımızdan duyuruyoruz ve o gün oraya gidip bekliyoruz. Yani orası öyle. Giderek artan bir katılım oluyor çünkü baştan insanlar dediğim sebeplerle çok çekindiler, bunların nereye malzeme olacağını, siyaset malzemesi olacak mı olmayacak mı… Ya da kendi kişisel korkularından, bilmiyorum. İnsanlar geliyorlar, gelen kişiyle gerektiği materyal ne ise — bu bir çatal, bıçak, dantel, örtü, gelinlik, gecelik, çorap, kitap, kepçe, bakır kap, her şey olabiliyor — tabii şöyle, süre de geçtikçe bazen dijital şeyler de, video kayıtları falan da gelebiliyor. 30’larda, 40’larda, 50’lerde Amerika’da çekilmiş kayıtlar mesela.

Onların getirdikleri şeyleri biz hemen orada getiren kişiyle birlikte önce ne olduğunu, kime ait olduğunu kısaca bir listeliyoruz. Sonra içimizden biri o kişiyle oturuyor, bir yarım saat 40 dakikalık aileyle ilgili ve bu materyallerle ilgili tamamen ne bilgi varsa o kişide onları topluyor, görüşme yapıyoruz, kaydediyoruz. Ondan sonra gelen materyallerin yüksek çözünürlüklü fotoğraflarını alıyoruz, direkt orada alıyoruz. Gelen her şeyi, eğer getiren kişi şayet bize vermek istemiyorsa, aynen iade ediyoruz. Aldığımız o bilgileri derleyip toparlayıp bir aile hikâyesi haline getirerek bir makaleye çeviriyoruz. Gene bilgiyi aldığımız kişiyle paylaşıyoruz, iletişim bilgilerini de doğal olarak almış oluyoruz. Yanlış anlaşılmış bir yer var mı, mesela daha çok ne oluyor, kim kimin karısıydı, kocasıydı, abisiydi karışabiliyor, tanımadığın insanlar olunca… Onu düzenledikten sonra çevirmenlere gidiyor. Genelde Ermenice yazılıyor bu makaleler, sonra İngilizce ve Türkçe çeviriye gidiyor. Çeviri tamamlandığında fotoğraf altları hazırlanıyor, fotoğraf altları çevriliyor. En sonunda da eş zamanlı olarak üç dilde yayınlanıyor.

Image Temmuz 2012’de Beyrut’taki Burç Hamud’da bulunan Ermeni Protestan Cemaatine ait Şamlıyan-Tatikyan Okulu’nda yürütülen atölye çalışmasından.

Onları da gene dijital arşiv başlığımızda ülke ülke, bölge bölge ayırmış durumdayız gelen insanları. Orada genelde şunu karıştırıyor insanlar, mesela Arjantin dediğimizde Arjantin’de yapılmış görüşmeleri kastediyor, oradaki görüşmenin içinden Harputlu bir aile çıkabiliyor yani. O listede belirtilen aslında görüşme, kayıt merkezleri ve giderek o liste de genişliyor, ilginç şeyler çıkıyor. Mesela tesadüf eseri şimdi aileyi hatırlamıyorum ama Amerika’daki bir görüşmede bir ailenin hikâyesini aldık. Daha sonra Marsilya’da bir aileden böyle uzaktan kardeş torunları oldukları çıktı, aileler birbirini buldu. Ya da mesela bir fotoğraf var, güzel bir fotoğraf, eski; paylaşıyoruz ama getiren diyor ki “Ben bunlar kimdir bilmiyorum,” arkasında da yazı yok. Diyoruz ki şu kişinin ailesinden, şu tarih olabilir tahminen ama ne yazık ki kişiler hakkında bilgi yok. Yayınlandıktan sonra dünyanın başka bir yerinden bir okurumuzda da o fotoğraf çıkıyor, yani akrabalar ama haberleri yok, “O fotoğraftakiler şu, şu, şu” diyebiliyor. Mesela yayınlandıktan sonra bir fotoğraf, yine başka bir okur, “Yok o Peder bilmem ne değildi, onun adı buydu” diye bilgi verebiliyor. Sürekli organik de bir yapıya dönüştü aslında.

Türkçe makale sayıları arttıkça Türkiye’den gelen ziyaretçiler de arttı. Biliyorsun web sitelerinin tıklanma raporları var, en çok tıklandığımız ülke Türkiye ve artan bir grafiği var. Ben Türkçe yazışmaları yapıyorum. Nedir bu Türkçe yazışmalar? Huşamadyan’a Türkçe yazılan e-mailleri bana yönlendiriyorlar, ben cevaplıyorum. Sosyal medya hesaplarında alttaki yorumlara bakıyorum. Birincisi, Türkiye’den çok fazla okunuyor olmamız çok güzel çünkü anlattığımız hikâye aslında zaten Türkiye’nin hikâyesi. Bizim alt başlığımız da Osmanlı Ermeni Yaşamını Yeniden Kurmak. Bundaki amacımıza gireyim biraz. Birincil amacımız çoğu zaman sadece sözlü, kişisel anılarda kalmış bu tarihi ülkenin geleceğini aydınlatmak ve daha berrak görmek için yaşatmak. İkincisi de Ermeni toplumu dünyaya çok dağılmış bir toplum. Sebepleri şu anda benim için önemli değil, olmuş yani bu artık. Bizim odaklandığımız nokta bu. Geçmişe ve “Bu yüzden oldu, şu yüzden oldu, şöyle yaptılar, böyle yaptılar”a bakmıyoruz şu anda biz. Odağımız bu değil. Bu dağılmışlığın çok ilginç etkileri var. Ermeni kimliği hemen hemen her yerde korunuyor, dil korunmasa bile mutlaka kimlik bir şekilde korunuyor fakat nereden bakarsanız dünya üzerinde yaşayan 7–8 milyon Ermeni’nin aslında beşinci, dördüncü kuşak kökü Anadolu. Buna dair bağ ve anılar da giderek inceliyor ve bir yerden sonra yok olacaklar, eriyecekler gidecekler. Onları da kurtarmak istiyoruz ve insanların tekrar kimlik ve aidiyet bilinçlerinde bu toprakla ilgili olan kısmı yeniden canlandırmak istiyoruz, birincil amacımız bu.

Gelen yazışmaların içinde nefret söylemi neredeyse yok, hep çok olumlu. İnsanlar samimi bir ilgi gösteriyorlar ve merak var. Akademik çalışma yapan çok sayıda insan bize ulaşıyor, hem makaleleri hem de görsel materyalleri kullanmak istiyorlar. Tamamen açık bir kaynağız. Görsel üzerindeki logoları silmeme ve kaynak belirtme koşuluyla yazılı ve görsel tüm materyallerimiz akademik çalışmalara, ticari olmayan her türlü çalışmaya açık. Ticari çalışmalarda da eğer çok sakıncalı bir şey görmüyorsak, suiistimale açık bir konu görmüyorsak, onlara da açığız aslında.

Bir de yöre insanı çok okuyor, mesela Merzifon’un bir köyü ile ilgili bir yerden bir görseller çıkıyor, ailelerden çıkıyor bu tabii. Huşamadyan dediğimiz Ermeni hatıra kitaplarında daha farklı bilgiler var, onlardan da faydalanıyoruz ama görselleri ilginç kılan şey kişisel arşivlerdeki aile fotoğrafları olmaları. Orada yaşayan insanlar mesela okuyup bize ulaşıyorlar hatta üşenmeyip sitede olan bir fotoğrafın gidip bugünkü halini çekip gönderen de var. Bazen elimizde belli bir yöreyle ilgili mesela hiçbir görsel olmuyor, açık çağrı yapıyoruz okurlara. Üç dilde de açık çağrı yapıyoruz diyoruz ki burayla ilgili fotoğraflar yok. Atıyorum mesela Adanalı bir aile, Adana’nın 50’lerinden 40’larından elinde fotoğraf var, Ermeni de değil, gönderiyorlar bize, kullanıyoruz.

Bir de tabii çok nadir de olsa, defineci kılıklılar var. Onlarla da bayağı ciddi yazışıyorum belli bir yere kadar ben. Ellerinde Ermeni malı olduğunu, alıcı olup olmadığımızı soruyorlar.

Gerçekten kıymetli bir şey çıktı mı şu ana kadar?

Şu ana kadar çıkmadı ama ben ciddi bir alıcı gibi yazışıyorum her biriyle. Öncelikle yüksek çözünürlüklü görsellerini alabilir miyim farklı açılardan diyorum, tamamen arşivimize dahil etmek maksadıyla. Önemli bir şey çıkarsa Kaçakçılık Şube’ye ihbar edeceğim [gülüyor] ama mesela inek düdüğü bulmuş, bilmem ne çanı bulmuş, Ermeni malı olduğuna dair de hiçbir emare yok üzerinde. Eğimli meğimli çizgiler var, onların Ermenice olduğuna kanaat getirmiş. Bir de mezar taşları tabii, tarlada marlada çıkan… Gönderiyorlar, “Bu nedir?” diye soruyorlar. Diyorum “O bir mezar taşı,” okuyabildiğim kadarını söylüyorum, “Bir dua okursunuz” diyorum.

Huşamadyan’ın karşılaştığı zorlukları da sormak istiyorum. Mesela akla gelebilecek zorluklardan biri olan nefret söylemi içeren yorumlarla pek karşılaşmadığınızı söylediniz. Onun dışında da daha teknik ya da insan gücüyle ilgili zorluklar var mı?

İnsan gücü tabii ki zorluk. Biz projeyi temelde götüren insanlar nereden bakarsan altı-yedi farklı ülkedeyiz. Yıllardır birlikte çalışıyoruz ama ben Vahé [Tachjian] ile ancak bizim İstanbul’daki atölyede yüz yüze gelebildim. Beyrut’ta Şoğer [Margosyan] vardı, onunla da Ermenistan’da bir düğünde karşılaştık, tesadüf ettik, aynı düğüne gelmişiz meğer Ermenistan’da. Bir şey çözüleceği zaman farklı ülkeler, farklı saat dilimleri zorluk çıkarıyor. George [Ağcayan] mesela Amerika’da. Kanada’da, İspanya’da, Almanya’da, Türkiye’de olan var. Sevan [Değirmenciyan] mesela şu an Kudüs’te. Ermenistan’da olan var. Bir ekip toplantısı yapmamız neredeyse imkânsız gibi bir şey. Herkesin bir de ayrıca kendi kişisel çalışmaları var, benim işte çevirilerim var, okul var, şimdi Hrant Dink Vakfı’nın dersleri var. Amerika’da olanlarla saat farkı zaten aramızda devasa. Bu dağılmışlığın bir zorluğu var ama online bir şekilde hallediyoruz.

İkinci zorluk da bu dağılmışlık yüzünden bu atölyeleri istediğimiz sıklıkta organize etmek mümkün olmuyor. Gideceğimiz ülkelerdeki durum da etkiliyor. Mesela geçenlerde İstanbul’da bir tane olacaktı. Burada bir açıklama yapıldı bombalamalar olabilir diye, Amerikan Konsolosluğu bir açıklama yaptı, o havadan ötürü Hrant Dink Vakfı çekindi. Vahé de gelecekti ama üç gün kala iptal oldu o atölye mesela. O ne zaman yapılacak, bilinmiyor. Ben yurt dışındaki atölyelere katılmak istediğimde vize problemi yaşayabiliyorum. Almanya beni reddetti, Berlin’dekine gidemedim. En büyük zorluk herhalde bu dağılmışlık diyeceğim.

Vahé’nin derlediği bir de kitap çıktı, Huşamadyan’ın basılı bir eseri olmuş oldu. Onun devamını talep ediyor insanlar. Biz “Dijital daha iyi olur, basılı artık popülaritesini kaybediyor” diye düşünmüştük ama öyle değilmiş, kaybetmiyor. Ama bunun için de vakit yok, vakit yaratmak için buna ciddi bir finans ayrılması lazım ki oturup diğer işlerin hiçbirini yapmayıp sadece buna odaklanılsın. Hem kitap olduğunda tabii telifler değişiyor, bütün yazışmaları, bürokratik şeyleri.

İstanbul’da yapılması planlanan bir atölye geçenlerde güvenlik kaygısı nedeniyle iptal oldu dediniz ama İstanbul’da daha önce atölye yapıldı herhalde 2018’de, değil mi? O nasıl geçmişti?

Güzel geçti, bayağı ilgi gördü, hem de yanlış hatırlamıyorsam Perşembe-Cuma-Cumartesi yaptık biz onu. Perşembe paneli yaptık, Cuma-Cumartesi atölyeyi yaptık. İstanbul’da olunca, Sevan [Değirmenciyan] da İstanbul’daydı o zaman, biz okullara da duyurduk dolayısıyla çok hızlı yayıldı. Agos da atölyenin haberini yaptı, insanlar bizi de tanıdıkları için geldiler. Bayağı güzel materyaller toplamıştık orada, baskı kalıpları falan hatırlıyorum. Gençlerden gelen oldu, lise öğrencilerinden. O anlamda aslında keyifliydi, ikincisi de iyi olacaktı ama birtakım şaibelere kurban gitti, bir olay da olmadı. [Gülüyor.]

Ermenice yayın geleneğinin bir parçası olan huşamadyanları da konuşalım istiyorum. Huşamadyan zaten var olan bir yayın biçimi, değil mi?

Evet. 1915’ten sonra, o dağılmadan sonra özellikle, yanlış hatırlamıyorsam 30’lu ve 40’lı yıllarda Ermeni basınında yapılan bir çağrı var: “Herkes kendi memleketini yazsın, gelecek nesillere oraları anlatalım.” Çünkü aslında bir şekilde hâlâ dönme fikri var benim tahminim, yorumum daha doğrusu. Adam Diyarbakırlı ama bir şekilde Marsilya, Marsilya’dan New York, New York’tan gitmiş şu anda California’da diyelim, 30’larda 40’larda… Birtakım insanlar bunu tabii dert edinmişler ve böyle hemen hemen her şehrin şehir kitapları var. Yozgat var, Diyarbakır var, Kayseri var, Sivas var.

Huşamadyan birleşik bir kelime, “huş” anı/hatıra, “madyan” ise kitap demek. Ama kitap için daha sık kullanılan “kirk” yerine “madyan” demenin, yani bu biçime “huşakirk” değil de “huşamadyan” demenin önemi nedir?

Madyan kelimesinin biraz daha “anıt” gibi bir anlamı vardır.

Biraz daha kadim bir anlamı mı var yani, “yazıt” gibi belki?

Evet, evet. Biraz öyle bir anlamı var. Madyanın böyle içinde biraz nasıl söyleyeyim, ağır bir kitap anlamı da var aslında. Herhangi bir kitaptan madyan diye bahsedersen onun ince bir kitap olmadığını bilirsin. Basit bir konudan bahsetmediğini de bilirsin, konuyu bilmesen bile. O bir madyan ise onun daha meşakkatli bir çalışmanın ürünü olduğunu bilirsin. Ama aslen tabii ki kitap demek.

Web sitesindeki açıklamada da biraz daha “anıt-kitap” gibi bahsediliyor. Dağılmış insanların kendi köylerini, yörelerini yazarkenki tavrını sormak istiyorum bir de. Sitedeki açıklamaya göre de sanki dönemeyeceğini bilerek yazmaya başlayanlar da var ve o zaman biraz daha ağır ve çok daha acı, melankolik bir üslup olabiliyor. Hatırladığından da güzel ve rüya gibi bir yermiş gibi yazan da olabiliyor… Huşamadyanları kaleme alanların nasıl bir yaklaşımı var, üslupta tek bir çizgi var mı?

Orada denge çok farklı. Bazısında söylediğin gibi karamsar bir hava var ama bazısı çok farklı… Bazıları derlenmiş toplanmış. Memleketliler derneğine gitmiş bir yayıncı, orada oturanlara anlattırıp yazmış, yazmış, toplamış. Her anlatanın tarzı farklı, yazanın farklı… Diyarbakır’ın huşamadyanı ile Kayseri’ninki aynı değil. Ya da mesela Giresun’unki… Tovmas Karakaşyan diye bir kartpostal editörü yazmış Giresun’un huşamadyanını. Çok kısa, çok derli toplu. Giresun’un yerlileri, ekonomik hayatı, ticari hayatı, yemekleri, çocuk oyunları, mesire yerleri, bayram alışkanlıkları diye başlıkları koymuş, yazmış, çıkartmış.

Tovmas Karakaşyan ve Huşamadyan ile alakalı ilginç bir anım da var. Ben Karakaşyan’ın Giresun kitabını çevirdim Birzamanlar Yayıncılık için, yayımlanmadı henüz. Kitap 1937’de mi ne Kahire’de basılmış, telifi hâlâ aktifti. Osman Köker ile konuştuk, nereden buluruz, Karakaşyan’ın eşi dostu akrabası var mıdır acaba diye. Ama nasıl bulacağız? Kitabı çevirdim ben, mecburen o telifin dolması bekleniyor, 70 yılı geçsin de teliften çıksın diye. Biz böyle konuşurken bizim Huşamadyan ile Paris’te yaptığımız bir atölye çalışmasına bir diş hekimi geldi. Gelmiş daha doğrusu, bana daha sonra çevirmem için bir hayat hikâyesi geldi. Gene Türkiye kökenli biri tabii. Hikâyeyi çevirdim, iki gün sonra o makalenin fotoğrafları geldi. Fotoğraflarda bir tane çift var, düğün fotoğrafı. Diş hekiminin halası ve eniştesi Tovmas Karakaşyan’ın düğün fotoğrafı. Osman Köker’e gönderdim hemen, “Yeğenini bulduk, telif yazışması yapabiliriz” diye. Huşamadyan benim kişisel çalışmalarımla da kesişmeler çıkartan bir ortam oldu.

1930’larda ve 40’larda kaleme alınan huşamadyanların yöntemiyle ilgili sorularım var hâlâ. Mesela bir şehrinkini kimin yazacağı nasıl belirleniyor? Yazanlar eli zaten kalem tutan insanlar mı? Genellikle nerelerde basılmışlar?

Yazanlar eli kalem tutanlar. İnsanlardan hikâyeleri almışlar, toplamışlar dağınık ve farklı yöntemlerle. Ya da Tovmasyan Karakaşyan gibi zaten bu işlerin içindelermiş, oturmuşlar ne hatırlıyorlarsa yazmışlar. O kartpostal editörü olduğu için elinde görseller de varmış. Ama bir tanesinde köy kahvesindeki muhabbeti de bulabiliyorsun. Gene çok değerli ama bazısında hatırladığı toprak gereçlerini anlatmış, onu çizmişler, “toprağı şunla kaldırırdık, bunu bunla keserdik” gibi. Bazısında kitap bir ansiklopedi boyunda ama içinden alabileceğin bilgi neredeyse 10 sayfa, 15 sayfa. Gerisi anılar, hatıralar, “bilmem kimin kızı vardı onu yapmıştı, buraya gitmişti” gibi. Ama bazısı hem kalın hem de içi baştan sona yararlı bilgilerle dolu. Genelde Beyrut’ta ya da Halep’te basılmışlar. Çok azı Amerika’da ya da Mısır’da basılmışlar.

Bunların okunamamasının sebebi Ermenice yazılmış olmaları. Bizim Huşamadyan web sitesinin en büyük etkisi Türkçeyi de dahil etmiş olması. Ben bunu yıllardır söylüyorum, Ermenistan dahil başka yerlerde katıldığım konuşmalarda da söylüyorum: koca bir ülkenin Ermenice öğrenip senin derdini anlamasını beklemen saçmalık. Kabul etmemiz gereken bir şey, bu işlerin bir dönem üzeri çok iyi örtüldü ve bilmeyen çok insan var. Bilmeyen var, bildikten sonra kararı ne olur bilmiyorum ama bilmediğini bildiğimiz, şu an için değil tabii ben bunları 15 yıl önce söylüyordum, çok insan var! Dolayısıyla Türkçeyi yok sayarak bir şey yapamazsın. Üstüne Ermenice bilmeyip sadece Türkçe bilen de çok Ermeni var, onları da harcıyorsun. Agos’un kurulması da bu anlamda birkaç taş oynatmış bir şey. Huşamadyan’ın da diasporada kurulmuş bir dernek ve proje olarak Türkçeyi dahil etmesi de birkaç taş oynatmış bir şey benim açımdan.

Huşamadyan’ın Türkçe yayın yapması hiç tepki gördü mü diasporada?

Vahé ile hiç konuşmadık, sanmıyorum bir tepki gördüğünü. Ama şöyle bir düşünürsen, Türkçe siteye çok geç girdi. Ben Huşamadyan’a çeviri yapmaya başladığımda sitede 50 makale varsa 45’inin Türkçesi yoktu daha. Ama şu anda güzel bir aşamaya geldik, dediğim gibi her türlü yayınımız eş zamanlı üç dilde çıkıyor. Yurt dışında yaşayan Ermenilerin çoğu da Türkçesinden okuyorlar bu arada.

Siz 2018 yılında Hrant Dink Vakfı’nda gerçekleştirilen panelde e-devlet’te nüfus alt-üst soy bilgileri açıldığında Türkiye’den Huşamadyan’a yönelik ilgide bir patlama olduğunu söylemiştiniz. Bir o süreçteki gözlemlerinizi soracağım bir de hani dediniz ya, bilmeyenler var diye. Bilse de inkâr edecek, reddedecek çok insan var şüphesiz. Fakat Ermeni Soykırımı’nın olduğunu kabul eden insanlarda dahi Ermenilerin Anadolu’da ne kadar geniş bir varlığı olduğuna, ne kadar kadim bir halk olduğuna dair de büyük bir bilgi eksikliği var, sadece İstanbul’da yaşayagelmiş bir halkmış gibi bir algı var.

Bana hâlâ “ne zaman geldiniz?” diye soran var, “Türkçeniz çok temiz” diyen var, hâlâ var yani. Ki benim karşılaşacağım insanlar içinde bilgisizle karşılaşma oranım düşük, çevre sebebiyle.

Huşamadyan’ın bir amacı da bu algıyı kırmak ya, bunun böyle olmadığını göstermek… Huşamadyan ekibine katılmanızdan bu yana geçen zamanda bu algının kırıldığını gözlemlediniz mi? Kendi kökenini arayan ve merak eden Ermeniler dışında Türkiyeli geniş toplumun da bu tarihi daha iyi idrak ettiğini gözlemlediğiniz anlar oldu mu?

Biz bunları yayınladıktan sonra Ermeniliğe dair şu anda hiç iz kalmamış yörelerden insanlar e-mail atıp teşekkür ettiler, hâlâ da atıyorlar. Bazıları “aslında ben Ermeni değilim ama burada biliyorum Ermeniler olduğunu, anlatmak istiyorum,” diyerek böyle bir yayma misyonuna gittiler. Ama bazen de çok iyi niyetli olmadığını düşündüğüm e-mailler de geliyor, mesela “Burada bilmem ne kilisesi varmış ben onu tekrar yaptıracağım, Avrupa Birliği’nden fon alacağım, bana şöyle bir bilgi verebilir misiniz,” ya da işte “Bizim köyümüzde Mari Hanım varmış benim dedem onun bilmem nesi, Mari’nin akrabalarını arıyorum, bana yardımcı olur musunuz?” Bunlar iyi niyetli de olabilir ama ben önce kötü niyetli okurum çünkü artık bunlar bilindiğinde o yörelerdeki insanların malları mülkleri de var hâlâ kimilerinde, kimlerde tapu var bilmiyorum, yani ben paranoyakça yaklaşıyorum yine de. Yani sen Mari’yi şimdi niye arıyorsun? Soyadı yok bir şeyi yok. Kırmızı Papaz derlermiş dedesine de onu bulur muyuz vesaire. Bu tarz, amacını ve niyetini tam anlamadığım e-mailler de alıyoruz, onlara da bir cevap veriyorum. Armenian Genealogy sitesi var Dzakumnapanutyun’un, onlara yönlendiriyorum. Facebook’ta bir grup var, Ermeni kökeni arayan insanlar için. Orada bizim ekibimizden de insanlar var, gemi kayıtlarından yakınlarını bulanlar da çok oluyor mesela. “New York’a göçmüş büyük dedemin kız kardeşi” diyor, oradan biri gemi kayıtlarından çıkarıyor New York limanında hangi gemiden inmiş, nereye karantinaya gönderilmiş. Böyle farklı şeyleri de ittiriyor Huşamadyan.

Kütük kayıtları açıldığında tabii ki bir yükseldi, sıçrama yaptı ama dediğim gibi hep yükseliyor zaten Türkiye’den tıklanma grafiği. Oradan da kökeninde bir Ermenilik olduğunu öğrenen insanlar yazıyorlar ve haliyle yardım istiyorlar ama tabii onların elindeki bilgi o kadar az ki, bizim de zaten öyle bir misyonumuz yok. Orada kayıtta birdenbire babasının dedesinin adının Kirkor olduğunu görüyor. Kirkor’un gerçekteki soyadı neydi, bilen yok. Kirkor hiç kendini Kirkor yapmamış, Kâmil olarak yaşamış ölmüş mesela, atıyorum. Şimdi onun torunun çocuğu artık bunu öğrenmek istiyor, kabullenmek istiyor. Kendini o kültürde de var etmek istiyor ama onlara bir şey diyemiyorsun, bir çözüm sunamıyoruz. Diyoruz ki, “Muhtemelen böyle böyle olmuştur, bir ailenin yanına bırakılmıştır dedeniz, güvenliği için de öyle büyütülmüştür dönemin şartlarına göre.” Ama tabii o insanlardaki uyanış sonra başka şeylere vesile oluyor. Çalışma konusu yapmak istiyorlar gençler özellikle, hayatları ona göre şekilleniyor. Bence bunun dalgalı bir etkisi olacak, uzun vadede 10–15 yıl sonrasında bugün şu anda o çıkmaza düşmüş, “Nasıl yani ben Ermeni miyim?” dedikten sonra bu konuları araştıran sayısı, bu konuda yayın yapan, etrafa bunu anlatan ve yayan insan sayısı artacak ve bunun bence olumlu etkilerini 10–15 yıl sonra göreceğiz.

Fethiye Çetin’in Anneannem kitabıyla görünür olduğunu söyleyebiliriz bu uyanışın aslında. Bir şekilde büyük annelerinin, ailelerinden birinin Ermeni yetimi olduğunu fark eden çoğunlukla Müslüman ve Türk yetişmiş insanlar bu kimliği kabullenmeye açık olsalar bile Ermeni cemaatinden de bazen tepki görüyorlar, değil mi?

Bazen değil çoğu zaman görüyorlar, Ermeniler de bu konuda hâlâ çok önyargılı. Beni çok irrite eden, yaygın bir söylem var. Batı Ermenicesi kurslarına kaydolanların bir kısmı bu şekilde, ailesinde bir Ermenilik bağı olan insanlar ilgi göstererek başlıyorlar. Bu sebeple ya da başka bir sebeple, kayıtlardan ya da bir şekilde geçmişte ailedeki bir ferdin Ermeni olduğunu öğrenip bence samimi duygularla sahip çıkmak için… çünkü Ermenice öyle laylaylom öğrenilecek bir dil değil, gerçekten samimi bir çaba ister. Mesela bu insanlar için “Herkes de Ermeni, herkesin de dedesi Ermeni oldu, herkesin de bilmem nesi Ermeni çıktı,” denebiliyor. Geçenlerde bir kişiyi öyle tersledim, dedim ki “Siz yıllardır bu ülkede kendi aranızda ‘Zaten herkes Ermenidir, onlar da çıksa şöyle olurduk da’ demiyor muydunuz? Çıkınca bu insanlar şimdi bu tepki ne?” Böyle bir sessizlik oldu, konu değişti.

Ermeni toplumunun kendini Hristiyanlıkla bütünleştiren o bakıştan artık biraz uzaklaştırması lazım. Hristiyanlık Ermeni kimliği için çok önemli bir şey, inançlı olsun olmasın dünyadaki bütün Ermeniler bulundukları yerdeki Ermeni kilisesine giderler ve oradaki etkinliklerden haberdar olurlar. Ateist bile olsalar giderler çünkü Ermeni toplumu için kimlikle en güçlü bağ kilise olmuştur. Çünkü kiliseler okulların finansörleri, hep öyle. Türkiye’de de öyle, yurt dışında da öyle. Bizim Türkiye’deki bütün okullarımız bir kilise vakfının mektebidir. Dolayısıyla çok yapışık bir bağ var zaten ama artık bu bağın dinî temelini değil de kültürel temelini odak alıp işlevselliğiyle ilgili düşünüp dinî odaktan kopmamız gerekiyor çünkü şöyle bir sorun var: bu insanlar Ermeni kimliklerini fark ettikten sonra kendileri bundan mahrum bırakıldıkları için çocuklarını Ermeni okullarına göndermek istiyorlar. Çok büyük bir boşluk hissi oluyor, sosyal medyadan da ulaşıyorlar Huşamadyan’a, dertliler, anlatmak istiyorlar, kabul görmek istiyorlar.

Geçenlerde mesela bir araştırmacı, bir tarih öğretmeni Şebinkarahisar taraflarından, oradaki Ermenilerle ilgili bir çalışma yapıyor. Beş yıldır çalışıyormuş, bir tane kitap bulmuş, çevrilmesi lazım diye. Baktım ben kitaba, işine yarayacak bir şey değil ama oturduk 2–3 saat kitabı ben ona sözlü anlattım, söyledim buradan sizin elinize bir şey çıkmaz diye. “Ben yine de bunun çevrilmesini istiyorum,” dedi. “Bırakın o zaman, çevireceğim, süre veremiyorum ama bir şekilde çeviririm” dedim. “Ama çalışmanıza buradan bir şey yok, beklemeyin bunu çalışmanız için, siz yürüyün,” dedim. Telefon numarasını verdi bana, ismini soy ismini söyledi ve bir de “en yalnız Ermeni yazın arkasına,” dedi. Hissi bu. Çünkü memleketinde Ermeni kökü olduğu biliniyormuş ama hiçbir zaman kabul görmemiş, İstanbul’a gelmiş Ermeni toplumuna karışmak istemiş, çok az Ermeni’den kabul görmüş. Kendini Ermeni hissediyor ama çok da yalnız hissediyor. “Böyle yazmayayım” dedim, “Öyle yazın öyle yazın hatırlarsınız,” dedi. “Hatırlarım sizi” dedim, “illa böyle mi yazayım?” “Evet evet siz öyle yazın,” dedi. Kendi adını bana böyle kaydettirdi mesela telefona.

Geçtiğimiz yıllarda ailesinde Ermeni bir fert olduğunu öğrendikten sonra Ermeni kimliğini sahiplenmek isteyen kişilerin sosyal medyada saldırıya uğradığını gördük. Ermenilerden de Türklerden de geldi bu saldırılar, örneğin akademik çevrelerde şöyle bir suçlama moda oldu, “Ermenilik üzerinden prim yapmaya çalışmak,” sanki çok ayrıcalıklı bir şeymiş ya da insanlar buradan kendine sermaye kurmaya çalışıyormuş gibi…

Türkiye’de mi? Türkiye’de mi Ermenilik üzerinden prim yapmak! Kurmaya çalışabilir de ayrıca, kime ne yani? Onlara verilecek çok güzel cevap var: Bu yüzden mi atıyorum şarkıcı Cher’in %15’lik Ermeni geniyle gurur duyuyoruz? Yok tenisçi adamın %3 Ermenilik geni var diye… Sen de o zaman işine geldiği zaman %1 Ermenicik bulunca o kişinin itibarından kendine havalı bir kimlik kurmak için bunu kullanıyorsun da, tersi olunca? Ayrıca o insan kendini Ermeni gibi hissediyorsa ve Ermeni kültürüne yakın hissediyorsa böyle bir şey demek kimsenin haddine değil. Herhangi bir bağı olsun olmasın genetik. Yezidiler var Ermenistan’da doğmuş büyümüş. Bu insanlar Ermeni değil mi mesela? Genetik bir haklılık göstermek zorunda değil kimse.

Türkiye’de azınlıklarla ilgili akademik çalışmalarda, ama belki de özellikle gayrimüslim azınlıklarla ilgili yürütülen çalışmalarda, araştırmanın öznesi olan halktan olmayan akademisyenlerin samimiyeti de sorgulanabiliyor, tepki görebiliyor. Demin dediğiniz gibi 15–20 yıl sonra daha fazla akademik çalışma yapılıyor olacak, belki bambaşka yeni alanlar açılacak, ama o “inanılırlık” ve “samimiyet” kriterleri baki kalacak mı acaba? Bir Türk olarak Ermenilere ilişkin araştırma yürütenlere şüpheyle yaklaşılması mesela.

Çok suiistimal edildi, yıllarca iyi niyetli görünüp kötü niyetli çalışmalar yapıldı ama yine de çalışma yapılıyor olması bile orada bir şey yolduğunu gösterir. Benim bakış açım bu yani. Dolayısıyla ben genel olarak bana ulaşan herkese elimden geldiğince yardımcı olmaya çalışıyorum çünkü çoğu insanın eli kolu bağlı. Çünkü biz bütün materyali Ermenice ürettik, Ermeni olmayan kimseye Ermenice öğretmedik, bu insanlar sadece Batı kaynaklarını kullanarak çalışmalar yaptığında da “Ermenilerin bu kadar kaynağı var, Ermeni kaynakları hiç dikkate alınmıyor” diye saçma bir isyana giriştik, yaklaşık bir 30–40 yıl gitti bu. Şu an böyle değil. Hem Avrupa’da hem de Türkiye’de Batı Ermenicesi çalışmaları başladığı için insanlar akademik çalışmalar yapabiliyor. Mesela sosyolog adam, araştırma yapacak Ermenilerle ilgili, Ermenice öğrenmesi lazım, sosyologsa öğrenecek doğal olarak. Nereden ama mesela? Nereden öğrenebilirdi? Yaptığı çalışmaya Ermeniceyi ne kadar dahil edebilirdi? Bu gerçekten 15–20 yıl sonrasında değişecek.

Ermeni toplumunun bakışını değiştirmesi gerektiğini düşünüyorum. Avrupa’da o dönüşüm başlamış. Dr. Nazlı Temir Beyleryan’ın bir çalışması var bu alanda, yayımlanmadı daha makalesi galiba ya da ben kaçırdım ama Ermeni kimliğinin diasporadaki algısı üzerine bir saha çalışması yaptı. Aris Nalcı’nın Gamurç programında anlattı bu çalışmanın bulgularını. Diaspora Ermeniliğine yönelik saha araştırmasının odaklarından biri de Gençler Ermeniliği nasıl tanımlıyorlar, kime Ermeni diyorlar? Aynen şeyi de sormuş: “Müslüman birine Ermeni der misiniz?” Genel kanı, Nazlı’nın orada anlattığı, “ben kimim ki onun Ermeniliğin sorgulayacağım? Kişi kendini öyle ifade ediyorsa öyledir”e doğru gelmeye başlamış oralarda tavır. Türkiye’de de bunun buraya gelmesi lazım.

Türkiye’de kabul gören Ermeni’den de Hristiyanlaşması bekleniyor, alttan alta öyle bir baskı da var. Ben çok hoş bakmıyorum buna. O insan bir Müslüman kültürde doğmuş, büyümüş ve bunu sindirmişse nenesi dedesi Hristiyan’dı diye Hristiyan olmak zorunda değil. O nenenin, dedenin büyük büyük dedesi de Zerdüşt’tü, o zaman Zerdüşt de olalım? Bir kere çok mahrem bir şey inanç dediğimiz, kimsenin buna bu kadar burnunu sokma hakkı yok bana sorarsan. Bir de kapıyı şöyle kapatıyorsun, bizim okullarımızda öğrenci sayılarımız az, derdimiz büyük, bu okullar kapanacak. Ben Kalfayan’da çalışıyorum ve bir sınıfta 3–4 öğrenci var mesela, yani bu kadar kötü. Sen bu kapıyı kapatarak kendi geleceğini de baltalıyorsun; öteki türlü sana bir damar açılacak, kan gelecek.

Huşamadyan’ın Osmanlı Ermeni hayatının yeniden canlandırılması, kayıt altına alınması ve tanıtılması misyonunu devam ettirirken soykırımın kendisiyle ya da 1915’te ne olduğuyla doğrudan ilgilenmeyen bir tavrı var, değil mi?

Evet çünkü o söylem senin ilerlemene çok taş koyan bir söylem. Manipülasyona açık, nefret söyleminin direkt hedefi oluyor, senin ne söylediğine bakılmadan direkt önyargıyla yaklaşılan bir başlık haline geliveriyor. Haliyle de sen aslında anlatmak istediğin meramı anlatamaz hale geliyorsun eğer başlık buna odaklanırsa. Bizim böyle bir kaygımız yok, bir şeyi ispatlamaya da çalışmıyoruz bir şeyi inkâr da etmiyoruz. Ben metinlerimde felaket melaket demiyorum, “Ermeni Soykırımı sırasında hayatta kalmıştır” diyorum. Bu anlamda tartışmaya açık bir konu yok bizim açımızdan. Ama amacım “buna Ermeni Soykırımı demek gereklidir” gibi bir mesaj vermek de değil.

Tabii şu soruyu oluşturuyor insanların kafasında, “Ya 1912’de Giresun’da bu kadar Ermeni vardıysa…” Kartpostala bakıyorlar mesela orada yayımlanmış, aklıma Giresun geldi şimdi, orada devasa bir katedral olması lazım Giresun Kalesi’nin altında, yanında da oranın çok sevilen belediye reisi Yorgo Paşa’nın anıt mezarının olması lazım. Orası şu anda bir düzlük. E şimdi bizim makalemizde hasbelkader böyle bir kartpostal, bir görsel, bir fotoğraf yayımlanıyorsa orayı okuyan, bu konuyla ilgisi olmasına da gerek yok mesela tarih öğrencisi biri, orada yaşadığı için gidiyor bakıyor, yok? Yani kafada bir soru işareti oluyor. “O zaman?” diyor, bir sorgulamaya başlıyor. Bu uzun vadede o inkârı da kapatacak bir şey. Osmanlı nüfus sayımlarını yayımlıyorum mesela, bir şey yapmıyorum ki Osmanlı belgesini yayımlıyorum. Osmanlı 1910’da nüfus sayımı yapmış, Sivas’ın Zara’sında 12 bin Ermeni, 5 bin Müslüman demiş. Cumhuriyet’in ilk yıllarına bakıyorsun bine düşmüş, “E ne oldu 11 bin?” diye soruyor aklı, mantığı çalışan insanlar.

Osmanlı’nın son döneminde artık iyice ilkel kalmış bir toplum olduğuna dair bir söylem var ya, Huşamadyan biraz da bu söylemi üretenleri terse düşürüyor çünkü Ermeni unsurlar kendini Osmanlı unsuru sanıyor zaten, dolayısıyla Osmanlı içerisinde bu kadar eğitimi yüksek bir kesimin yetişmiş olması Osmanlı’nın pek de geri kalmış olmadığını gösteriyor. Balyanların makinelerinin Manchester Fuarlarından patent aldığı zamanlar var, Trabzon’da üretilen ipeğin gene Manchester Kumaş Fuarı’ndan birincilik ödül aldığı durumlar var. 1900’lerin başı bunlar, hepsi 1915 öncesi. O kadar da geri kalmış bir toplum yok aslında, Osmanlı çok köhne bir halde değil.

Huşamadyan ile ilgili bir söyleşi yapmak üzerine düşünürken aklımda Marc Nichanian’ın Historiographic Perversion [Tarihyazımı Sapkınlığı] kitabında bahsettikleri vardı. Onun “soykırım iradesi” olarak adlandırdığı olgu, eyleme tanıklık eden tüm özneleri yok ederek hikâyelerini anlatma yetisinden yoksun bırakması üzerine kurulu. Hayatta kalanların tanıklık anlatılarının da soykırımın gerçekleştiğine dair tarihçilerin kullanımına sunulan bir belge işlevi gördüğünü, bunun da “soykırım iradesi”ne boyun eğen bir perspektif olduğunu söylüyor, bu perspektiften çıkmak gerektiğini telkin ediyor. Kendi varlığını bir kanıt olarak sunmanın; bir olayın yaşandığını, kendisine yaşatılanı ifşa etme ve olduğunu kanıtlama için bir çabaya girme kıskacının ne kadar yıkıcı olduğunu söylüyor Nichanian. Bu sürekli kendini tarihe kanıtlama ihtiyacı içinde olmama hali Huşamadyan’da da var, değil mi?

Evet bu biraz rahatlatan da bir şey çünkü o kanıtlama psikolojisi çok yorucu. Sürekli tepki gören bir hal, sürekli böyle bir karşılıklı itmen gereken bir hal. Burada biz bir şey itmiyoruz. Zaten çoğu makale akademik içerikli. Folklorik yapıyı anlatıyor, okulları anlatıyor. Hangi okul vardı, ne okulu vardı, kaç öğrencisi vardı bunları anlatıyor, eğitim hayatını anlatıyor. “Halk arasındaki lokman hekimler ne yaparlardı”dan hurafelere kadar gidiyoruz. Ya da bayramları nasıl kutlarlardı mesela. Tamamen o yörede nasıl yaşanıyordu bunu anlatıyoruz. Bunu anlatırken de herhangi bir şeyin üzerini kapatma derdi, “aman bahsetmeyelim” kaygısı da yok. Açık Dijital Arşiv’de 1915 Ermeni Soykırımı demişse anlatan, o şekilde yazıyoruz. Biz kendimiz “tehcir” demiyoruz ama ifade eden kendi “tehcir” demişse ben o şekilde çeviriyorum, “soykırım” demişse o şekilde çeviriyorum. Ermenice, Türkçe, İngilizce hepsinde bunu böyle kullanıyoruz. Herhangi bir sansür yapmıyoruz. Sadece, eğer makale dilinde de bizim bu bakışımıza uymayan, daha sert ve agresif bir şey varsa o zaman yazardan bunu değiştirmesini isteyebiliyoruz ama artık bizim yazarlarımız da bizi anlamış insanlar, öyle bir şeyle de karşılaşmıyoruz. O yüzden zaten Türkiye’deki okur da rahat okuyor. Tepesinde “Sen bir soykırım yaptın, bak beni öldürdün” suçlaması uçmadan okuyor insanlar. Okurken bir suçluluk psikolojisi ya da işte icracı psikolojisi, “Acaba benim dedem de var mı, bana şimdi nereden laf sokacaklar” stresi olmadan okuyor. Ben bu kadar okunuyor olmasını ve bu kadar az nefret söylemi tepkisi almasını buna bağlıyorum.

Kanıtla ilgili anlatı üretmek bizim misyonumuz değil çünkü yıllardır gerçekten sırf bununla uğraşan, buna enerji veren birçok kurum ve insan var zaten. Ama örneğin bu matbu olan huşamadyanlar çok az kaldılar ve matbu halleri kütüphanelerde; derlenmeye, çağdaş bir gözle özetlenmeye ihtiyaç duyuyorlar. İnsanların saatlerini ve günlerini harcamadan kısaca okuyabileceği bir hale getirilmesi lazım. Bir Ermeni de oturup onları okumaz. Ben Diyarbakır’ın 1000 sayfalık huşamadyanını ne ara okuyacağım?

Mesela Hagop [Siruni] Cololyan’ın Bolis yev ir terı (İstanbul ve Rolü) kitabı bilmem kaç cilt, yedi cilt mi ne. Her Beyrut’a gidenden istiyorum, ben daha ciltleri tamamlayamadım. Ne ara okuyacağım ben onu? Yozgat, babamın memleketi, onu da birinden isteyip getirttim, ansiklopedik boy. Ne ara okuyacağım ben onu? Ve aradığımı nereden bulacağım ondan, o kadar dağınık anlatımlar içinden? Bazısından çok net bulacağım, bazısından bulamayacağım. Biz onların da hepsini dahil ediyoruz. Bizim kaynakçamızda kitabı görüp o kitabı sonranlar çok oluyor, diyoruz ki “Biz buraya yazdık bilmem kim diye ama Ermenice o kitap.” O zaman da şöyle sorular geliyor: “Ben o bölgeyi çalışıyorum, bana çevirebilir misiniz?” diyorum ki, yani mümkün değil. “Ama işte ücreti karşılığında,” diyorum ki “Yok yok, benim vaktim yok.” Çok isterim ama yok yani, ücretle de alakalı bir şey değil.

Bu alanda çalışan insanların da yolunu açmak istiyoruz. Rahatça her üniversitede her kaynağı kullanamayacağını biliyoruz, sonuçta insanların bağlı oldukları kurumlara göre de bazı şeylerde düzenleme yapmaları gerekiyor. Bu anlamda Huşamadyan açık kaynak olarak rahatça kullanabilecekleri, hem Türkiye’de hem Ermeniler arasında hem de batıda belli bir güvenilirlik seviyesine de ulaşmış durumda. Dolayısıyla o kişi kaynak olarak Huşamadyan’ı gösterdiğinde üzerine gelecek önyargıların da bir kısmını atıyor. “Ha tamam, Huşamadyan’a da bakmış,” diyorlar, o da biraz destek oluyor. İnsanların işini biraz bu anlamda kolaylaştırıyoruz diye düşünüyorum.

Matbu olan huşamadyanları kaynak olarak aldığınızı söylediniz ama ne düzeyde bir organik bağ var web sitesiyle onlar arasında? Matbu huşamadyanların başına oturarak yapılan ciddi bir derleme çalışması var mı?

Akademisyen yazarlarımız var, onlar bakıyorlar ve yazdıkları bölge, yöreye ait huşamadyan varsa tamamen yazdıkları, kendi kafalarındaki makale konusuna göre tarayıp o makale için gerekli olan veya işe yaracak bilgiyi alıyorlar. Kitabı komple derleyip kısaltıp bir makale haline getirmiyorlar, yanında bir sürü yan kaynak da var. O yöreden bahsederken o yörenin bir huşamadyanı varsa tek kaynak o değil, makalenin sadece bir referansı oluyor.

O huşamadyanlar çok köhne mi kaldılar diyeyim, hantal mı kaldılar diyeyim. Hem çağ da dijitalleşti. Bir de şu var, onlara ulaşmak çok zor. Birinde olacak da, birinden PDF yaptıracaksın da, o da sana gönderecek. Huşamadyan’ın site olmasının o hareketli, mobilize hali çok güzel. Ulaşılabilir. Yani şimdi düşün çalışıyorsun mesela, tatile giderken bilgisayarını yanına alıp çalışabilirsin de ansiklopedi gibi dört tane kitapla gidemezsin.

90lı yıllarda Aras Yayıncılık’ın ve Agos’un kurulmasından bu yana geçen süreci göz önüne alırsak Ermeni yazarların eserlerinin Türkçeye çevrilmesinin toplumda nasıl bir dönüşüm yarattığını düşünüyorsunuz? Başta bahsettiğimiz Türkiye’deki iyi niyetli ve soykırımı kabul eden kesimin bile bazen bilmediği o kadim kültürün artık fark edildiği, “Böyle bir yazar varmış, burada doğmuş, böyle bir üretim yapmış meğer” denildiği bir dönemdeyiz. Her şeye rağmen sürdürülen Ermeni yayıncılık geleneğinin Türkiye’de yüzleşme sürecini ne şekilde tetiklediğini, nasıl bir alan açtığını düşünüyorsunuz? Demin sizin iyimser bir şekilde bahsettiğiniz Müslümanlaştırılmış Ermenilerin Ermeniliklerini fark etmesi ve bununla ilgili çalışmaya başlamasıyla birlikte yeşeren bir yol da var. İkisini beraber düşündüğümüzde Türkiye’nin son 30 yılda geçmişle yüzleşme konusunda ne kadar yol kat ettiğini ve ne şekilde ilerleyeceğini öngörüyorsunuz?

Aras’ın ve Agos’un arka arkaya kurulması çok olması gereken bir şeydi, büyük toplumun haricinde öncelikle Ermeni toplumunun ihtiyacı olan bir şeydi. Çünkü günlük hayatta, yani okul hayatı dışında Ermenice kullanımı neredeyse yok gibi bir şey, çok az insan kullanıyor bunu kabul etmemiz lazım. Dolayısıyla Türkçe’de bir üretim olmadığı sürece Ermenilik bağı burada da risk altındaydı. Türkçe yayın kararından dolayı Aras da tepki aldı, Agos da tepki aldı en başında. Ama sonra aslında Türkçe üzerinden kurulmuş olan Ermenilik bağı güçlendiği için onların Ermeniceye de büyük katkısı oldu, tekrar o insanlar Ermeniceye de döndüler. Bu anlamda ben ikisini de çok önemsiyorum, ardından Huşamadyan’ın üç dille yayına başlaması çok doğru bir hareketti.

Başta da söyledim, sen devasa bir üretimi Ermenice yapmışsın. Sonra bu toplumun Ermenice öğrenmesini bekleyip, onların onu oradan okuyup sana bu değeri vermelerini beklemek yani hayal şimdi. Çevirinin benim açımdan önemi böyle, ben kendime de böyle bir misyon biçiyorum. Ben insanlara yol açmam gerekiyor, yardımcı olmam gerekiyor diye düşünüyorum. Ermeniceden çeviriyi o anlamda çok önemsiyorum çünkü doğru yapılması gerekiyor ve ne yazık ki çok fazla yalan yanlış çevrilmiş şey de var. Bu da senin söylemini baltalayan bir şey, buna dikkat etmek gerekiyor.

Aras’ın Türkçe yayın kararı başta tepki görmüştü. Ermenilerden gördü tepkiyi, onu belirteyim. Fakat Türk okurda çok güzel bir karşılık gördü. Aras 1993’te kuruldu, ben 1997–2002 arası orada çalışmaya başladım, çok güzel bir karşılık bulduğunu gördüm. Mıgırdiç Margosyan zaten dili sayesinde Diyarbakır’ın o sıcak kişiliğiyle diyeyim, çok hızlı şekilde bir kitle oluşturdu. Neredeyse her gün bir ziyaretçisi olurdu ben orada çalışırken. Diyarbakır’dan İstanbul’a gelenler bir şekilde çok iyi tanıyormuş gibi, hiç çekinmeden gelirdi. O da zaten çok tanışıyorlarmış gibi, Diyarbakırlı olması yeterli, kendi aralarında sohbetlerini yapar gönderirdi. Margosyan bir lokomotif etkisi gördü tabii, onun Gavur Mahallesi çok karşılık buldu çünkü o da birilerinin canını acıtmadan, birilerinin tepesinde bir giyotin uçurmadan, bir kara gölge yaratmadan ama bir şeyleri de inkâr etmeden çok güzel bir dille anlattı. İkincisi de orada Kürt toplumuyla sıcak bir bağ olduğu için ve bundan da gocunmaması özellikle Kürt okura da çok iyi geldi. Yani sahip çıkılmış gibi hissettiler diye düşünüyorum; metinde Kürtçe geçmesi, Kürtlerle yaşanan olaylardan rahatça bahsedilmesi ve bir suçlama olmaması, dramatizasyon ya da bir suiistimal görülmemesi. Daha sonra çeviriler arttıkça özellikle Zaven Biberyan’la birlikte bence iyi edebiyat okurunun da dikkatini çekti Aras. Tabii ki Margosyan okuyanlar da iyi edebiyat okuru ama biraz daha üslupla, sanatsal akımlarla, konudan ziyade biçimle ilgilenen okurun, edebiyat eleştirmenlerinin de dikkatini çekti.

Image Aras Yayıncılık tarafından hazırlanan Memleket Edebiyatı seti: Güvercinim Harput’ta Kaldı, Söyle Margos Nerelisen, Seferberlik Türküleriyle Büyüdüm, Kapandı Kirve Kapıları, Aşiq û Maşûq

Halktan insanlardan, akademik bir çalışmayla derdi olmayan geniş toplumdan da kopmadı Aras çünkü bizim Ermeni edebiyatının taşra edebiyatının büyük örneklerini, Hagop Mıntzuri ve Hamasdeğ’i çevirdi. Bu insanların yazdığı taşra edebiyatı zaten halkın edebiyatıydı. Dolayısıyla onun Türkçesi de sıradan halkın hikâyesini anlatıyordu. Türkiye ne yazık ki Cumhuriyet döneminde Anadolu’daki köylerde çok büyük bir değişiklik de yaşatamadığı ve Hamasdeğ’in anlattığı 1890’ların sonundaki o köy hâlâ aynı şekilde gittiği için haliyle metinlerde kendi köyünü de buldu insanlar. Aras’a insanları yaklaştıran bir şey oldu bu ama Aras’a yaklaşınca Ermeniler ve Modernite ile de tanıştı insanlar. Margosyan’la tanıştılar ama “Aa, Margosyan Agos’ta köşe yazıyormuş” dediler, Agos ile de tanıştılar. Onun da uzun vadeli bir etkisi oldu.

Kabullenme bekliyoruz ya, kabullenme için anlamak lazım, bilmek lazım çünkü çok sağlam bir temizlik var. Binaların, tesislerin olması gereken yerler dümdüz. Köyler, mezarlar… Mesela en basiti Boğazlıyan, benim babamın memleketi. Babam 1944 Yozgat Boğazlıyan doğumluydu, 47–48’de İstanbul’a gelmiş. Annesi orada kalmış ve vefat etmiş, dedem başkasıyla evlenmiş. Ben 2007’de gittim, babamın anlattığına dair hiçbir şey yok. Mezarlık da yok, babaannemin mezarı nerede, yok? Böylece şehir tarihinden Ermeniler silinmiş oldu çünkü aslında en sağlam kanıtlardan biri mezarlık. Mezarlık varsa orada yaşamış olduğunun bir kanıtı var, belki tezat bir şey ama ölüm, oradaki hayatın kanıtı.

Şehir tarihinden silinmek gibi bir kavram var. Ben Üsküdar’da doğdum büyüdüm, İcadiye’de. Nersesyan Yermonyan Ermeni İlköğretim Okulu var. Annem oradan mezun, ben oradan, bizim mahalle okulu. Tam karşısında oturuyoruz. Benim çocukluk arkadaşlarımın, mahalle arkadaşlarımın hepsi birbirlerine bir yer tarif edecekleri zaman ya “Nersesyan’ın aşağısından” derler ya da en uzak duranı bile “Ermeni okulunun köşesinden dön” diye tarif eder. Nersesyan sekiz yıllık kesintisiz eğitim yasası çıkınca kapandı. Fizikî koşulları sekiz sınıf açmaya yetmediği için. Binası yıllarca boş kaldı. Ben bundan yaklaşık altı yedi yıl önce, anneme giderken şöyle kafayı bir çevirdim, bir insan silueti gördüm binanın içinde. “Çabuk çık dışarı, özel mülk, polis çağırıyorum şimdi” diye bağırdım, 14 tane çocuk çıktı binadan. Bahçeden atladılar, tamam mahalleli. Ama birini öldürüp oraya gömsen kimsenin haberi olmaz. Ayda bir hademe gidiyor, bakıyor. Kuzguncuk Kilisesi’ne bağlı olduğu için kilise başkanını aradım, “Oraya özel mülktür girilmez tabelası koy başına bela alacaksın” dedim. Adam bir geliyor ki camı kırmışlar, yangın tüplerini açmışlar, çatıda çökme olmuş, içeri güvercin dolmuş, pire basmış. Hemen karşıda diye annemi aradık tabii, annem oranın eski öğretmeni de aynı zamanda. Binanın temizlenmesi için belediyeyi arayalım dedik.

Binayı temizlemek üzere gelen Üsküdar Belediyesi, “ben burayı kiralayayım” dedi. Binayı baştan sonra yeniledi. Onun öncesinde İçişleri Bakanlığı hiçbir başvuruyu kabul etmemişti. Ermeni çocuklar için kreş olsun, ZİBEÇ [Zihinsel ve Bedensel Engelli Çocuklara Yardım Kolu] oraya taşınsın, semt etüt merkezi, çocuklara semt kütüphanesi olsun, bahçesi halka açılsın falan bir sürü şey önerildi ama hepsi İçişleri’nden ret yedi. Belediyeye dedik ki “İçişleri hiçbir şeye yanaşmıyor,” yok ben kiralarım dedi yine de kiraladı Üsküdar Belediyesi. Üç gün sonra geldiler bir tabela koydular: Ensar Vakfı Kız Öğrenci Yurdu. Belediye de Ensar’a hibe etmiş. Sonuçta kız üniversite öğrencilerine yurt, çok güzel ama artık o mahallede büyüyen çocuklar için “Ensar Vakfı’nın arkasındaki sokak” diye söyleniyor tarifler, Nersesyan’ın ya da Ermeni okulunun değil. Beş öğrenci bile kalsa hiçbir okul kapanmamalı diyorum ben hep çünkü okulu kapattığı zaman sadece okulu kapatmıyorsun, oradaki varlığını da kapatıyorsun. Eğer sen yazmazsan ve anlatmazsan 20 yıl sonra orada doğmuş büyümüş bir çocuğa İcadiye’nin çok eski bir Ermeni mahallesi olduğunu nasıl anlatacaksın? Zaten sokak isimlerinin hepsi değişmiş, Sıvacı Garabed olmuş Sıvacı Ferhat, mesela. Sokak isimlerine kadar Ermeni bir mahalle İcadiye aslında, zaten o alan daralmış. Şehir tarihinden de siliniyorsun. Hafızayı canlı tutmak, bunu engellemenin tek yolu.

Söyleşi tarihi: 19 Nisan 2023, Çarşamba