Ermeniler, Antik dönemden bu yana Yüksek Ermeni Platosu adı verilen bölgede yaşayan bir topluluk. Bu topluluğun bulunduğu yerlerde çeşitli yönetim tecrübeleri edinmiş olmalarına rağmen dönem dönem farklı devletlerin egemenliği altında da yaşadı. Bulundukları coğrafya, Yunan-Pers, Roma-Part, sonrasında Bizans-Sasani gibi devletlerin mücadelelerine sahne oldu. Bu mücadeleler esnasında bazı Ermeni krallıkları bağımsız ya da yarı-bağımsız statüler elde etmeyi başarabildi (Grousset, 2005). 16. Yüzyıla gelindiğinde, Osmanlı-Safevi mücadelelerine sahne olan Ermeni coğrafyası, bu mücadelelerin ardından Osmanlıların hakimiyetine girdi. Ermeniler, uzun yıllar boyunca Osmanlı hakimiyetinde yaşadı. Ancak özellikle 19. Yüzyılda Osmanlı’nın yaptığı yönetimsel reformlar sonucu devleti merkezileştirme çabaları ortaya çıktı. Bu çabaların Ermeni toplumu nezdinde direnişle karşılaşması sonucu çatışmalar yaşandı. 19. Yüzyıl sonlarına doğru özellikle Ermenilerin yoğun olarak yaşadıkları bölgelerde Osmanlı ordularının saldırılarına karşı Sosyal Demokrat Hınçak Partisi (Hınçakyan), Ermeni Devrimci Federasyonu (Taşnaksütyun) ve Armenak isimli Ermeni örgütlerin direnişleri gelişti. Bu direnişleri Osmanlı orduları ve yerel işbirlikçi bazı Kürt aşiretleri katliamlarla bastırdılar. Özellikle II. Abdülhamid’in hükümdarlık yaptığı dönemde, 1895’te, Ermeni coğrafyası çapında büyük katliamlar yaşandı. Bu katliamlar, Ermeni örgütlerle Jön Türkleri yakınlaştırdı ve iki gücün ittifakı etrafında bir muhalefet gelişti. 1908 yılında II. Meşrutiyet’in ilanı, Ermeni Devrimci Federasyonu ve Jön Türklerin örgütü İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin ittifakı sonucu gelişen muhalefet sayesinde gidildi (Minassian & Avagyan, 2012).
1908 yılında gerçekleşen II. Meşrutiyet sonrasında İttihat ve Terakki Cemiyeti (İTC) aşama aşama iktidarı ele geçirdi ve 1913 yılında yapılan Bab-ı Âli baskınıyla idareyi tamamen eline aldı. Trablusgarp ve Balkan savaşları sonrasında, içerisinde Türkçü çizginin güçlendiği İTC’nin gerçekleştirdiği politikalar, Osmanlı topraklarında yaşayan ulusları Türkleştirme projesine dönüştü. Diğer yandan İTC, merkeziyetçi bir anlayışla devletin sahip olduğu gücü artırıp Osmanlı’nın çöküşünü engellemeyi amaçlıyordu. Haliyle, Osmanlı’nın arta kalan son topraklarında etnik/dini homojenleştirme girişimleri İTC için en acil konular arasında yer alıyordu. Bu amaçlar doğrultusunda hareket eden İTC, I. Dünya Savaşı’nın patlak vermesini fırsat bilerek, 1 milyondan fazla Ermeni’nin katledildiği soykırımı 1915 yılından itibaren gerçekleştirdi. Bu soykırım, Çarlık Rusya’sı başta olmak üzere, İngiltere, Fransa gibi devletlerin Ermeniler üzerinde etki sahibi olduğu ve Ermenileri Osmanlı’ya karşı kullanacağı propaganda edilerek gerçekleştirildi. Lakin I. Dünya Savaşı sonrasında kaybedenler arasında yer alan Osmanlı’yı bu sona götüren birincil aktör İTC, örgütsel bütünlüğünü koruyamadı ve iktidarı kaybetti. İzleyen yıllarda Müslüman toplulukları kalan toprakların müdafaa edilmesi çerçevesinde bir araya getirmeyi başaran Mustafa Kemal ve selefleri, sonrasında İTC’nin başlattığı politikaları devam ettirdi. Sonraki yıllarda Kemalist doktrinler çerçevesinde şekillenen Türk ulus-devlet yapısı İTC çizgisini takip ederek dışlayıcı Türk milliyetçiliği doğrultusunda hareket etti. 1920’leri takriben, inkâr ve tarihsel bellek yitimi politikalarına yaslanan bir siyasi rejim tesis edildi. Kemalist rejime göre, 1915 yılında yaşanan soykırım mukatele yani karşılıklı boğazlaşma olarak görülmeliydi. Diğer bir yandan, resmi ideoloji gereği Anadolu binlerce yıldır Türklerin yaşadığı anavatan olarak tarif edildiğinden Anadolu’da yaşamış ve yaşamakta olan farklı etnik-dini gruplara ilişkin varlık iddiasında bulunmak bile devletin ve milletin bölünmez bütünlüğüne yönelik bir tehdit olarak kurgulandı. Bu yaklaşım bir yandan kalan Ermenilere yönelik kültürel yok etmeyi ve baskı politikalarını meşrulaştırmaya çalışırken diğer yandan da Ermenilere ait olan mülkün (Emval-i Metruke) ve kültürel mirasın yağmalanmasının önünü açtı. Ortaya konan ulus-devlet projesinin toplum nezdinde etkisini artırmasına paralel olarak Ermenilerin adı geçen coğrafyadaki geçmişi aşamalı olarak hafızalardan silindi. Tüm bu tarihsel gelişmeleri göz önünde bulundurduğumuzda, “100 Yıl Önce Ermeniler” projesi, 2005 yılında başlayan ve Ermenilerin ekonomik ve kültürel tarihini gözler önünde sererek oluşturulan sessizlik kültürüne son vermeyi amaçlayan önemli bir hafızalaştırma projesi olarak kayda geçti.
Bu çalışmanın birincil amacı, Ermenilerin unutturulan tarihini hatırlatarak Türkiye’deki insanlara bu topraklarda Ermenilerin yaşadığı farkındalığını arttırmaktı. Bu projenin esas olarak beslendiği yer, Orlando Carlo Calumeno Koleksiyonu olarak bilinen ve Osmanlı’nın son dönemine dair tasarlanmış 4,000 kartpostaldan oluşan önemli koleksiyondur. Bu proje ilk olarak çeşitli şehirlerde bu kartpostalların gösterildiği sergiler açılmasını sağlayan bir hafızalaştırma projesiydi. Kartpostallar dönem itibariyle çekilmiş gerçek fotoğraflardan oluştuğu için Ermenilerin siyasi, ekonomik ve kültürel tarihine dair bizlere çok şey söylüyor. Bu kartpostallara bakıldığında, 1910-14 döneminde Osmanlı’da var olan Ermenilere ait kiliseler, oteller, manastırlar, semtler, firmalar ve mağazaları görmek mümkün. Projenin koordinatörlüğü Osman Köker tarafından gerçekleştirildi. Bu proje, sadece kartpostalların gösterildiği dinamik bir sergi mantığına sahip olmaktan ziyade beraberinde söyleşilerin ve tartışmaların da gerçekleştirildiği interaktif bir formata sahipti. Hem Ermeni tarihini merak eden Türklerin hem de kendi tarihlerini yeniden keşfetmeye çalışan Ermenilerin bu çalışmaya yoğun ilgi gösterdiği görülecektir. “Sireli Yeğpayris” (Sevgili Kardeşim)” adlı sergi, 8-19 Ocak 2005 tarihlerinde İstanbul’da açılmış ve çok kısa süre açık kalmasına karşın 10.000’e yakın ziyaretçiyle Türkiye’nin son yıllarda en çok gezilen sergisi olmuştu. Serginin açılış tarihinde, Birzamanlar Yayıncılık, aynı konulu bir de kitap yayınladı. Editörlüğünü yine Osman Köker’in yaptığı büyük boy 400 sayfalık kitapta bir bölümü sergide kullanılmış olan 750 kartpostal da yer aldı. Ermeni soykırımı etrafından dönen tartışmalar nedeniyle Ermeni meselesinin Türkiye’de oldukça siyasi bir konu olduğu düşünülecek olursa, bu projenin oldukça basit ve etkileyici bir şekilde Ermenilerin tarihsel varlığını ortaya koyarak ret ve inkâr kültürünü geriletmek bakımından önemli bir iş başardığını söylemek mümkün. Bununla birlikte, Osman Köker’in benzer doğrultuda olması planlanan hafızalaştırma çalışmaları bu kez kalıcı bir biçimde müzeleştirme yönünde çalışmalarına devam ettiğini söyleyebiliriz.
Bu proje, Ermenilerin tarihini ortaya koyan ilk projelerden birisi olması nedeniyle de Türkiye’de bu konuya dair bir “aydınlanma” yaşanmasını sağlayan öncül bir hafızalaştırma çalışması niteliğinde. “100 Yıl Önce Ermeniler” sergisi Türkiye’de 20 farklı ilde sergilenmiş olmasının yanı sıra Ermenistan’da ve Almanya’da da sergilendiği için kayda değer bir kitleye ulaşmayı başardı. Bu sergi, Türkiye’deki metropol şehirlerle sınırlı kalmayarak daha önce Ermenilerin de yoğun bir biçimde yaşadığı Anadolu’nun çeşitli kentlerinde görülebildi. Serginin İstanbul ayağına katılanların sayısı 7000 civarındaydı. Kartpostallarda yer alan fotoğraflar hem Ermeniler hem de Türkler üzerinde kayda değer bir etki bıraktı. Sergiyi ziyaret edenlerin ziyaretçi defterine yazdığı notlar arasında yaşlı bir Ermeni kadının “O kadar mutluyum ki artık ölebilirim” cümlesi de bulunmaktaydı. Projenin koordinatörlüğünü yapan Osman Köker, Ermenilerin Türkiye’deki tarihsel varlığından yeni haberdar olan birçok ziyaretçinin yüzündeki şaşkınlık ifadesine bizzat şahitlik etti. Türk milliyetçiliği söylemine bakıldığında, Ermenilerin düşman olarak görüldüğünü ve her zaman potansiyel hainler olarak kodlandığını söylemek mümkün. Kartpostallardan görülebildiği üzere, Osmanlı döneminde Ermenilerin toplumsal ve iktisadi yaşam içerisindeki yerini öğrenenler birlikte yaşamanın mümkün olduğuna dair tarihsel kanıtlarla karşılaştı. Sergiyi ziyaret eden bir Türk’ün ziyaretçi defterine yazdığına bakıldığında serginin görenler üzerinde nasıl bir etki yaptığı daha net anlaşılabilir: “Etkilenmemek mümkün değil. Ama daha önemlisi, öğreniyoruz… Umarım biz Türkler kalplerimizle de görmeyi öğreneceğiz. Sonra her şey daha farklı olabilir”.
Ermeniler ve Ermeni Soykırımı’nın Türkiye’deki en ciddi tabulardan biri olduğu söylenebilir. Ermenilere ilişkin herhangi bir tartışma, hızlı bir biçimde 1915’te soykırım olup olmadığı noktasına veya ASALA (Armenian Secret Army for the Liberation of Armenia tamlamasının kısaltması; Ermenistan’ın Kurtuluşu için Ermeni Gizli Ordusu)’nın gerçekleştirmiş olduğu politik şiddet eylemlerine getirilebilir. Bu serginin başladığı 2005 yılında Ermeni meselesi hakkında yapılan siyasi tartışmaların gündemde kayda değer bir yer kapladığı görülebilir. Aydınların ve akademisyenlerin girişimiyle, Sabancı ve Bilgi Üniversitesi’nin de desteğiyle Boğaziçi Üniversitesi’nde Osmanlı Ermenileri üzerine yapılması planlanan bir konferansın devlet tarafından engellenmeye çalışılması nedeniyle, 2005 yılında Ermeni soykırımı ciddi bir gündem maddesi oldu. Konferans yapılmadan önce başlayan tartışmalar ve dönemin Adalet Bakanı olan Cemil Çiçek’in, bu konferansın düzenleyicilerini Türk ulusunu arkadan bıçaklamakla suçlaması sonrasında mekanı, devlet üniversitesi olan Boğaziçi’nden Bilgi Üniversitesi’ne kaydırıldı. Bu tartışmalar nedeniyle, bazı Anadolu şehirlerinde gösterilmesi planlanan “100 Yıl Önce Ermeniler” sergisi ertelenmek zorunda kalındı, sergi mekânı bulma ve İstanbul dışındaki şehirlerde işbirliği yapılacak kurum bulma gibi konularda ciddi zorluklarla karşılaşıldı.
Sözgelimi, yüzyıllardır Küçük Asya’da yaşayan Ermenilerin 19. yüzyıl sonlarından itibaren pogrom ve katliamlara maruz kalması, 1915 itibarıyla ise neredeyse tamamen yok edilmeleri konusu Türk devleti açısından halen yüzleşilmesi güç bir konu. Gelinen aşamada, dönemsel olarak Ermenilerle ilgili devlet suçlarıyla yüzleşilmesi ve adaletin sağlanması konusu tartışmalara konu olsa da, Ermenilere yönelik soykırım suçlarını işleyen Talat, Enver ve Cemal paşalar gibi İttihatçı liderler halen siyasiler ve toplum nezdinde anılmakta. Bu anmaların özellikle mevcut durumda devlete direniş gösteren güçlere karşı bir tehdit unsuru olarak anıldığını söylemek mümkün. Dolayısıyla 1915'te gerçekleşen Ermenilere yönelik soykırım suçunun Türk ulus-devletinin kuruluş aşamasındaki rolü anlaşılmakta ve soykırım suçuyla yüzleşmek bir yana, bunun tekrarlanmasından herhangi bir sakınca görülmeyeceğine ilişkin bir izlenim oluşuyor.