Kemal Taylan Abatan, Esin Gülsen ile Ulucanlar Cezaevi Müzesi hakkında konuştu. Ulucanlar Cezaevi, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasından kısa bir süre sonra Ankara’da 1925’te açıldı. Faaliyetlere başladığı günden bu yana siyasi tutukluların hapsedildiği bir mekân olduğu için, Ulucanlar’ı incelemek, Türkiye’nin siyasi tarihine çok değerli bir pencere açmakta. Ulucanlar, cezaevi olduğu sürece idam ve işkence başta olmak üzere, çeşitli hak ihlallerinin ağır şekilde yaşandığı bir mekân oldu. Ulucanlar’ın müzeye dönüşme süreci de sorunlardan muaf olmadı. Ankara’da yeni hücre sistemine göre yapılması planlanan cezaevleri açıldıktan sonra, 2006 yılında Ulucanlar’da bulunan mahkûmlar da yeni cezaevlerine nakledilmeye başlandı. Ankara Mimarlar Odası bu cezaevinin bir müzeye dönüştürülmesi yönünde Adalet Bakanlığı’na bir öneride bulundu. Mimarlar Odası, yaklaşık 1 yıl boyunca çeşitli sivil toplum örgütlerini de bir araya getirerek nasıl bir müze olması gerektiğine dair çalışmalar yürüttü. 2008 yılında Altındağ Belediyesi müzeleştirme sürecini kendi başına yürüteceğini beyan ederek kontrolü eline aldı. Nihayetinde, Temmuz 2011’de Ulucanlar Müzesi açıldığı vakit sivil bir iradeyle yapılan planlamadan oldukça farklı bir müze ortaya çıktı. Esin Gülsen, Ulucanlar'ın müzeleşme sürecinde yaşananlar üzerine yaptığı araştırmasını bizlerle paylaşıyor...
Ağır insan hakları ihlallerinin hafızalaştırılması, anıtlaştırılması neden önemli?
Ağır insan hakları ihlallerinin yaşandığı dönemlerin ardından, öncelikle bu ihlallere maruz kalan kişiler ve yakınları açısından hakikatin ortaya çıkarılması ve adaletin tesis edilmesi en önemli taleplerdir. Sorumluların cezalandırılmasının yanında onarıcı adalet mekanizmaları da bu süreçte büyük bir önem taşır. Hafızalaştırma çalışmaları, bir onarıcı adalet mekanizması olarak geçmişte yaşananların tekrar etmemesi, yeni kuşakların geçmişle ilgili eğitilmesi, mağdurlardan ve hayatını kaybedenlerin yakınlarından özür dilemeye vesile olmaları, geçmişte tutulamayan yasın tutulması için alan oluşturmaları gibi özellikleriyle geçmişle yüzleşmeye ve toplumsal barışı kurmaya hizmet ederler.
İnsan hakları ihlalleriyle ilgili hafızalaştırma çalışmaları, öncelikle bu ihlallerin yaşandığının kabul edilmesi ve ihlallere maruz kalanların acılarının tanınması anlamına geldiği için bireysel ve toplumsal olarak iyileştirici bir rol oynama potansiyeline sahiptir. Hafıza mekanları ve anıtlar, aynı zamanda kamusal alanda çok sayıda insana, toplumun farklı kesimlerine ulaşarak onların geçmişte yaşananları sorgulamasına, tartışmasına olanak verdikleri için de dönüştürücü bir rol oynarlar.
Ulucanlar Cezaevi’ne ilişkin bir hafızalaştırma çalışması yapma fikri nasıl ortaya çıktı? Kimler yer aldı?
Ulucanlar Cezaevi 2006 yılında kapatıldıktan sonra, cezaevinin yıkılıp yerine Ankara Büyükşehir Belediyesi tarafından ayakkabıcılar çarşısı yapılacağı yönünde haberler yayınlanınca TMMOB Mimarlar Odası Ankara Şubesi yıkımı önlemek için harekete geçti ve şubenin başvurusu üzerine cezaevi, 2007 yılında Kültür Bakanlığı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu tarafından tescillenerek koruma altına alındı. Aynı yıl, Mimarlar Odası Ankara Şubesi’nin girişimleriyle cezaevi iki hafta boyunca halkın ziyaretine açıldı; cezaevinde çeşitli söyleşiler, paneller ve atölyeler düzenlendi. Cezaevinin müze ve kültür merkezine dönüştürülmesi amacıyla, 2008 yılında Mimarlar Odası Ankara Şubesi, Altındağ Belediyesi, Adalet Bakanlığı, Ankara Barosu arasında dörtlü bir protokol imzalandı. Mimarlar Odası Ankara Şubesi tarafından cezaevinin müzeye dönüştürülmesi sürecinde kullanılacak uygulama projesinin seçilmesi için düzenlenen Kent Düşleri yarışmasına yaklaşık 600 çalışma katıldı ve bunların içinden seçilen bir projenin müzeleştirme sürecinde kullanılması kabul edildi. Ancak Altındağ Belediyesi’nin projeye müdahaleleri sonucunda, projenin önerdikleri ve fiili uygulama arasında büyük bir fark oluştu ve sonrasında Mimarlar Odası ve belediye arasındaki ilişki koptu. Cezaevi Müzesi’nin 2011 yılında halka açılmasından sonra bütün sürecin yönetimi Altındağ Belediyesi’ne geçti. Dörtlü protokol dışında Devrimci 78’liler Federasyonu gibi sivil toplum örgütleri de bu çalışmaya katkıda bulunmak istemelerine rağmen hafızalaştırma sürecinden dışlandılar.
Araştırmasını yürüttüğünüz Ulucanlar Cezaevi Projesi hafıza işinin yaratmasını beklediğiniz -politik, toplumsal, kişisel- etkiyi nasıl tarif edersiniz? Başka türlü sormak gerekirse bu çalışma kimi muhatap almak istiyor?
Öncelikle vurgulamak gerekir ki Ulucanlar Cezaevi Müzesi, yukarıdan aşağıya doğru örgütlenmiş, katılımcı olmayan bir proje. Dolayısıyla aslında bu proje birileriyle konuşmuyor, konuşmanın gerektirdiği karşılıklılığı içinde barındırmıyor. Proje, kendi söylemek istediğini anlatıyor, olayın öznelerini dinlemiyor.
Projenin yarattığı ve yaratabileceği politik ve toplumsal etkiler, müzeleştirmenin nasıl örgütlendiği, ziyaretçilere nasıl bir içerik sunduğu, kimin hafızasını yaşattığı, neleri yok saydığıyla bağlantılı olarak şekilleniyor. İktidarın konjonktürel ihtiyaçlarına hizmet etme amacıyla kurulan, bütün yönetimi AKP’li Altındağ Belediyesi’nin, hatta özel olarak belediye başkanının elinde olan, orijinalliğini büyük ölçüde kaybetmiş, tarihsel gerçekliği tahrip edilmiş bir mekan olan müze, Ankara’nın en önemli turistik merkezlerinden biri olarak lanse ediliyor ve dolayısıyla ziyaretçilerin ziyaret amacı ve beklentileri de büyük ölçüde bu yönde şekilleniyor.
Türkiye’deki nadir hafızalaştırma çalışmalarından biri olarak geçmişle yüzleşmeye hizmet etme potansiyeli taşımasına rağmen, proje özellikle kadınların, Kürt siyasetçilerin, devrimcilerin varlıklarını yok sayması, cezaevinde kalanları ideolojilerinden bağımsız, eşit derecede zarar görmüş, homojen deneyimlere sahip kesimler olarak yansıtmaya çalışması sebebiyle bu amaca pek de hizmet edemiyor. Bu haliyle, kendisini geçmişte yaşanan ihlallerden tamamen soyutlayarak, yaşananların sorumluluğunu geçmiş hükümetlerin anti-demokratlığına yüklemeye çalışan AKP hükümetinin anlatısına dönüşüyor.
Türkiye’de hafızalaştırma alanı üzerine çalışmanın yarattığı zorluklar veya kolaylıklar neler oldu/oluyor?
Türkiye’de toplumsal hafıza tartışmaları ve hafızalaştırma çalışmaları 2000’lerin sonuna doğru görünürlük kazandı. Alanın yeni olması ve örneklerin henüz az olması bu alanda çalışmayı zorlaştıran etkenlerden biri. Ancak daha önemlisi, Ulucanlar Cezaevi Müzesi gibi resmi hafızalaştırma çalışmalarının katılımcı olmaktan uzak, gündelik politik çıkarlar doğrultusunda örgütlenmesi, sürekliliklerinin olmaması ve iktidarın zaman içinde değişen ihtiyaçlarına göre hızlıca yapılıp yıkılabilmesi (İnsanlık Anıtı, Dersim 38 Anıtı örneklerinde ya da Diyarbakır Cezaevi’nin müzeye dönüştürülmesiyle ilgili yıllardır sürekli değişen söylemlerde görüldüğü gibi). Kısacası bu alandaki çalışmaların sürekliliği/kalıcılığı sorunu çalışmayı zorlaştırıyor.
Bu alanda çalışmanın önemli zorluklardan birisi de aslında hafızalaştırılmaya çalışılan şeyin bugün devam ediyor olması, geçmişin geçmişte kalmamış olması. Ulucanlar Cezaevi Müzesi’nin avlusunda bir yandan geçmişteki ağır insan hakları ihlallerinin en önemli simgelerinden biri olarak darağacıyla idam cezasının kaldırılmış olması vurgulanırken ve ölenler anılırken, bir yandan hala idam cezasının geri getirilmesiyle ilgili tartışmaların zaman zaman gündeme gelmesi neyin geçmişte kaldığı, neyin güncel olduğu, neyle yüzleşildiği meselelerini de karmaşık hale getiriyor.
Adalet arayışı ile hafızalaştırma çabası arasındaki ilişkiyi nasıl değerlendiriyorsunuz? Adaletin sağlanması için işletilecek süreçlerde bu tür hafıza çabalarının rolü olabilir mi? Eğer varsa bunu biraz açabilir misiniz?
Ağır insan hakları ihlallerine maruz kalanlar ve genel olarak toplum açısından, bu ihlallerin ardından adaletin nasıl sağlanacağı, adalet mekanizmalarının nasıl işletileceği en önemli sorunlardan biri. Adalet arayışının bir ayağı ceza adaletine, yani sorumluların, faillerin bireysel olarak cezalandırılmasına dayanırken diğer ayağı onarıcı adalete dayanır. Tek başına faillerin yargılanması ve cezalandırılması hem yetersiz hem de çoğu zaman imkansızdır. Ağır ihlallerin yaşandığı dönemlerde, sayısız insanın doğrudan fail olmasa bile sessizliğiyle yaşananlara onay vermesi, dolaylı yoldan katkı sunması gibi gerçekler tüm sorumluların yargılanmasını imkânsız kılar. Kaldı ki, bu ihlallere maruz kalanların, tabir yerindeyse yüreğini soğutacak olan şey sadece sorumluların cezalandırılması değil, hakikatlerin açığa çıkarılması, adaletsizliklerin ve ihlallerin resmi olarak kabul edilmesi, yaşanan acının toplum tarafından tanınması ve mağdurların itibarının iade edilmesi gibi mekanizmalardır. Bu bağlamda hafızalaştırma çalışmaları, onarıcı adaletin bir parçası olarak, hem mağdurlar açısından adaletin tesis edilmesi hem de neyin adil olduğu yönündeki toplumsal normların yeniden kurulması anlamında önemli bir rol oynar.
Türkiye’den veya dünyadan örneklerle birlikte baktığınızda hem kolektif hafıza hem de hafızalaştırma çabaları bugün nasıl düşünülüyor? Bu alanın geleceğine dair fikriniz nedir?
Hem dünyada hem Türkiye’de hafızalaştırma çabalarının yaygınlaştığını ve çeşitlendiğini söylemek mümkün. Mağdurların/öznelerin ihtiyaç ve beklentilerini dikkate alan, kamusal alanda daha görünür olan, doğrudan bir mesaj dikte etmeden muhatabını yorumlamaya, sorgulamaya çağıran çabalar artıyor. Aynı zamanda hafızalaştırma çalışmalarının henüz yetersiz olsa da yerel inisiyatifler tarafından yürütülmesi, aşağıdan örgütlenen çabaların artması da umut verici görünüyor. Bu çalışmaların amacına ulaşabilmesi için toplumsal, politik, psikolojik, mimari, estetik, vs. pek çok boyutun dikkate alınarak özellikle mağdurların ne beklediğini, ne istediğini ve yapılan çalışmaların nasıl bir etki bırakma potansiyeli olduğuyla ilgili daha ayrıntılı düşünmeye ihtiyaç olduğunu düşünüyorum.