Kemal Taylan Abatan, Eray Çaylı ile Madımak Katliamına ilişkin bir hafızalaştırma çalışması yapma fikri hakkında konuştu. IV. Pir Sultan Abdal Şenlikleri 1993 yılında Sivas’ta yapıldı. Bu festival kapsamında düzenlenen konferanslar, tartışmalar, konuşmalar ve çeşitli dini ritüeller binlerce Alevi ile birçok Alevi örgütünü bir araya getirdi. Şenliklerin baş konuğu, Bakanlar Kurulu tarafından yasaklanan Salman Ruşdi’nin “Şeytan Ayetleri” kitabını Türkçe yayımlayan Aziz Nesin’di. Aziz Nesin’in Sivas’a gelmesi üzerine büyük bir linç kampanyası yürüten İslamcı gruplar, 2 Temmuz’da şenliğin davetli konuklarının sığındığı Madımak Oteli önünde toplandılar. On binlerce kişiyi bulan kalabalığın Madımak Oteli’nde bulunanlara yönelik katliam çağrısı yapmasına, Ankara’nın bu konuda bilgilendirilmesine rağmen caydırıcı bir önlem alınmadı. Nihai olarak, şenliklere katılmak için Sivas’ta bulunan ve Madımak Oteli’nde kalanlar kanlı bir katliama maruz bırakıldılar. Aralarında aydınların, yazarların, sanatçıların bulunduğu toplamda 33 kişi, otel ateşe verilerek katledildi. Yargılanma süreci başladıktan sonra saldırganların çoğu cezasız kaldı ve kurbanların aileleri adaletin yerini bulduğuna hiçbir zaman inanmadı. Katliamın yaşandığı Madımak Otel'i 2010 yılında kamulaştırıldı ve binanın bazı kısımları kullanılarak Sivas Bilim ve Kültür Merkezi kuruldu. Merkez'in kuruluş sürecini, ve Madımak Katliamı'nı hafızlaştırma çabaları için ne anlama geldiğini Eray Çaylı'dan dinliyoruz...
Ağır insan hakları ihlallerinin hafızalaştırılması, anıtlaştırılması neden önemli?
Yanıt, soruda bahsi geçen “insan hakları ihlalleri” ifadesindeki “insan”da gizli. Siyasi ve iktisadi gücü elinde bulunduranların uyguladığı ya da desteklediği şiddet öteden beri mevzubahis “insan”ın kimleri içerip kimleri içermediği sorusu üzerinden meşrulaştırılagelmiştir. Bu da hafızalaştırma ve anıtlaştırma pratiklerini iki bakımdan ilgilendirir: Konuları bakımından ve özneleri bakımından. Birincisi, mağduriyeti hafızalaştırma/anıtlaştırmanın konusu kılınabilenler kamuoyu huzurunda (yeniden) insanlaşmış olurlar. Böylece mağduriyetlerinin insan hakları ihlali olarak tanınmasına da imkân tanınmış olur. İkincisi ise, hafızalaştırma/anıtlaştırma pratikleri, bizatihi ihlalin mağduru olmuş kesimler ve/veya bu kesimlerin toplumsal/politik varisleri tarafından hayata geçirilebildikleri oranda, söz konusu yeniden insanlaşma sürecinin aracısı olabilirler. Yani, hafızalaştırmanın, anıtlaştırmanın önemi neyin hafızalaştırıldığı, anıtlaştırıldığı kadar kimin hafızlaştırdığı, anıtlaştırdığı sorusu ile de ilgili.
Sivas’taki Madımak Katliamı’na ilişkin bir hafızalaştırma çalışması yapma fikri nasıl ortaya çıktı? Kimler yer aldı?
Fikir aslında ilkin katliamdan henüz bir hafta sonra meslek örgütleri, sendikalar ve sol eğilimli siyasi partilerin temsilcilerinden oluşan bir grup katılımcının İstanbul’da düzenlediği bir basın toplantısında dile getirildi. Sivas’taki katliamdan sadece 5-6 hafta kadar önce Almanya Solingen’de Türkiye kökenli bir ailenin evinin kundaklandığı saldırının Türkiye’de büyük yankı uyandırmış olması, Almanya-Türkiye karşılaştırmalarının ve özellikle de Almanya’nın Holokost’u müzeleştirerek hafızalaştırma deneyimlerine dair çağrışımların o dönem kamuoyunda yaygın dolaşıma girmesine yol açtı. Daha sonra 2000’li yılların başında Avrupa’daki Alevi örgütleri ve özellikle de Almanya Alevi Birlikleri Federasyonu (AABF), Sivas anmalarında daha fazla inisiyatif almaya başladı. Avrupa Alevi toplumunun birçok üyesini en başta buraya taşınmaya itenin Cumhuriyet tarihi boyunca Aleviler’i hedef almış baskı ve şiddet olduğu göz önünde bulundurulursa, bu gibi bir inisiyatifin alınması doğaldı da. “Madımak Müze Olsun” talebi bu yıllarda anmalarla özdeşleşti. Hatta o yıllarda Madımak’ın satılığa çıkarılmış olmasından hareketle AABF’ce satın alınıp müzeye dönüştürülmesi fikri federasyon çevrelerince değerlendirildi. Ancak, böyle yapmanın, katliamda sorumluluğu olan devlet geleneğinin kendini temize çekmesine ön ayak olabileceği düşünüldü. Yetkililerin sorumluluğun bir gereği olarak, mekânın, yine devletin güncel temsilcilerince kamulaştırılarak dönüştürülmesi gerektiği dile getirilerek fikirden vazgeçildi. 2000’lerin sonunda düzenlenen ve “Alevi çalıştayları” olarak anılan toplantılarda Alevi toplumu temsilcilerinin devlete resmi olarak ilettiği beş talepten biri haline geldi. Ulucanlar ve Diyarbakır cezaevleri ile Madımak Oteli, “açılımlar” olarak anılan süreçte müzeye dönüştürülmesi hükümet tarafından gündeme alınan üç mekândan biri haline geldi. 2010’da binadaki ticari işletmenin kapatılması ve taşınmasını takiben 2011’in ilk aylarında sessizce başlatılan bir tadilat binanın müzeye dönüştürülmekte olduğuna dair söylentilere yol açtı. Ancak tadilat bittiğinde görüldü ki mekân “Sivas İl Özel İdaresi Bilim ve Kültür Merkezi” adlı bir kuruma dönüştürülmüştü. Kurumun adında her ne kadar hafızalaştırmaya dair bir işaret bulunmasa da mekânın giriş katının yarısı doğrudan anma amacına tahsis edilmiş bir “Anı Köşesi” olarak tasarlandı ve bina resmî kurumların çalışma saatleri dahilinde ücretsiz olarak ziyaret edilebilen bir yer haline geldi.
Araştırmasını yürüttüğünüz Sivas Bilim ve Kültür Merkezi hafızalaştırma sürecinin yaratmasını beklediğiniz -politik, toplumsal, kişisel- etkiyi nasıl tarif edersiniz? Başka türlü sormak gerekirse sizce bu çalışma kiminle konuşuyor, kimi muhatap almak istiyor?
Son sorudan başlarsam, Sivas İl Özel İdaresi Bilim ve Kültür Merkezinin muhatabı kağıt üzerinde herkes. Kapısı herkese açık. Ancak fiilen şunu yapmak istediği görülüyor: Öteden beri “makbul vatandaş” olarak görülen profilin güncellenmesine aracı olmak. Türkiye’de yaşanan tüm musibetleri “dış güçler”in oyunu olarak gören (mevzubahis “dış”ın tam olarak hangi toplumsal kesime tekabül ettiği sürekli değişebilmekle birlikte), dolayısıyla katilleri de bu güçlerin oyununa gelen piyonlar olarak gören ve onlarla katledilenlerin arasında fark gözetmeyerek herkesi bir tür kurban olarak kabul eden, kamusal alanı devletin alanı olarak tanımlayan, eşitsizliğe dikkat çekenleri milli birlik ve bütünlüğü bozmakla itham eden, dahası kendi toplumsal ve politik temsiliyet yetkisini tamamen devlete devretmekte beis görmeyen bir vatandaş profili bu. Öteden beri böyleydi. Şimdi bu profile çekilen güncelleme şundan ibaret: Şedit olayları, yetkililerin dahli olan olayları da içerecek şekilde, örtbas etmiyoruz, tartışmaya açıyoruz, herkesin görüş paylaşımına saygılıyız, bu olayların yaşandığı yerleri erişime açıyoruz, bireysel olarak ziyaretçilerin eleştirilerini dinlemeye dahi varız. Benim mekânda yaptığım çalışmada gözlemlediğim bu. Bireysel düzeyde kaldığı oranda eleştiriye, tepkiye, vb. tavra ciddi bir tolerans var. Bu da benzer mekanları meşrulaştıran bir tutum elbette. Fakat iş toplumsal olarak, yani bu tür olay ve mekanlara dair bir perspektifi örgütlenme aracılığıyla ve kolektif olarak dile getirmek ve dahası hayata geçirmek isteyenlere geldiğinde, tutum o noktada değişiyor.
Ne ki, konumuz olan mekânın “makbul vatandaş”ın güncel sürümü olarak adlandırabileceğimiz bu profili muhataplaştırmakta veya oluşturmakta halen tam olarak başarılı olamadığını görüyoruz. Özellikle de yıldönümlerinde düzenlenen toplu anma etkinliklerinde mekânın oluşturmaya/muhataplaştırmaya çalıştığı profili sorgulayan ve sorgulatan durumlarla sıkça karşılaşılıyor. Dahası, mekânın öteden beri resmi söylemin ve pratiğin karinesi haline gelmiş herkese eşit mesafedeki devlet anlayışını hayata geçirmeyi amaçlarken hiç kimseye yaranamayan bir mekân olarak ortaya çıktığı görülüyor. Örneğin, Sivas’taki araştırmam esnasında, BBP sempatizanları arasında dahi mekândaki düzenlemeden tatmin olmayan birçok kişi bulunduğunu gözlemledim. Dolayısıyla, mekânın yarattığı politik, toplumsal ve kişisel etki de, müzeleştirme kampanyasının ilk yıllardan beri merkezinde yer alan “Madımak devlet tarafından müzeleştirilsin” talebinin (mekân her ne kadar adlı adınca bir müzeye dönüşmemiş olsa da) başarıya ulaşmış olması olarak özetlenebilir. Öyle ki, bu talep, devletin güncel temsilcilerini, katliam karşısındaki tavırlarını ve katliama dair yorumlarını ete kemiğe büründürmek ve bugün Bilim ve Kültür Merkezi olarak anılan mekânda cisimleştirmek durumunda bırakmıştır.
Türkiye’de hafızalaştırma alanın koşullarını nasıl değerlendiriyorsunuz? Karşılaşılan zorluklar veya kolaylıklar neler oldu/oluyor?
Bu oldukça kapsamlı bir soru olsa da en azından devlet destekli/onaylı şiddet olayları bağlamında özetle şöyle yanıtlayabilirim. Önümüzdeki temel mesele, hem evrensele konuşabilecek hem de bağlamın kendisine has özellikleri çıkış noktası olarak alabilecek bir hafızalaştırma geleneğinin geliştirilebilmesidir. Almanya benzeri çok bilinen ve oldukça problemli hafızalaştırma modelleri halen hafızalaştırma alanındaki ilerici çevrelerin bile ufkunu tanımlayan modellerdir. Biraz daha çeşitli referanslara sahip olanlar arasında da Latin Amerika’dan modeller ön plana çıkabilmektedir. Hafızalaştırmayı salt “ne?” sorusu üzerinden ele alan bu gibi öykünmeler, “kim?” sorusunun önemini es geçme eğilimindeler. Ne sorusuna odaklanmak, bir insan hakları ihlali gerekli şartlar oluştuğunda anılabilince sağlanmış gözüken demokratikleşmeye dair radikal eleştirel bir perspektifi geliştirmekte yetersiz kalıyor. Ancak yeni ihlaller de çok geçmeden (ve hatta çoğu kez eş zamanlı olarak) ortaya çıkabiliyor ve döngü böylece kırılmadan devam edilebiliyor. Oysa, kanımca, yapılması gereken, hafızalaştırma alanını, içerisinde gerçekleştiği bağlamın biricikliğinden hareket eden bir toplumsal örgütlenme ve kolektif özneleşme alanı olarak değerlendirmek. Gelecekteki olası ihlallerin önü böylece olsun alınmış olur. Zira, insan hakları ihlallerine, verili modeller değil, ancak örgütlenmiş ve özneleşmiş toplumlar ve kolektifler geçit vermeyecektir. Örgütlenme ve özneleşme sadece pragmatizmi değil simgeselliği de içerdiğinden, hafızalaşma gibi yüksek simgesel niteliğe sahip pratiklerin bu bağlamda özellikle elzem olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla, sorunuza dönersek, zorluk ve kolaylığın aynı olduğunu düşünüyorum: Verili modellerin büyük ölçüde ufkumuzu belirlemeye devam ediyor oluşu bir eksiklik gibi gözükse de bu, aynı zamanda, hafızalaştırma alanının özgün örgütlenme ve özneleşme faaliyetlerine oldukça müsait ve açık bir alan olmaya devam ettiğini gösterir.
Adalet arayışı ile hafızalaştırma çabası arasındaki ilişkiyi nasıl değerlendiriyorsunuz? Adaletin sağlanması için işletilecek süreçlerde bu tür hafıza çabalarının rolü olabilir mi? Eğer varsa bunu biraz açabilir misiniz?
Hemen yukarıdaki yanıtımdan devam edecek olursam, hafızalaştırmayı, simgesel ve sistemsel süreçleri bir arada işletmeyi mümkün kılan bir alan olarak görüyorum. Sanıyorum simgesel niteliğini ayrıntılandırmaya gerek yok zira bu niteliği daha aşikâr. Hafızalaştırmanın, simgesel niteliğine kıyasla gözden kaçırılabildiğini gördüğümüz sistemsel niteliği ise şununla alakalı: Tıpkı konvansiyonel adalet arama süreçlerinde olduğu gibi (ör. mahkemeleri içeren süreçler), resmi girişim, yazışma, görüşme, müzakere vb. pratikleri içeren ve dolayısıyla ciddi bir örgütlenmeyi gerektiren bir alan aslında hafızalaştırma. Bu anlamda yalnızca adalet arayışına dışardan destek çıkmak amacıyla yürütülecek paralel bir süreç değil aslında bu arayışı yöntemsel olarak besleyebilecek ve onunla örtüşebilecek birçok unsuru da barındıran bir alan hafızalaştırma. Dolayısıyla, daha konvansiyonel anlamdaki adalet arayışı ve hafızalaştırma çalışmalarının birbirleriyle iç içe yürütülmeleri gerektiğini düşünüyorum.
Türkiye’den veya dünyadan örneklerle birlikte baktığınızda hem kolektif hafıza hem de hafızalaştırma çabaları bugün nasıl düşünülüyor? Bu alanın geleceğine dair fikriniz nedir?
Bugün hafızalaştırma alanının geleceğine dair önemli bir hat, birbiriyle ilgisiz gibi görünen ama esasen altında yatan nedenin ortak olduğu meseleleri birlikte ele alabilmeye dair. Somutlaştırarak örneklemek gerekirse, iklim değişikliği gibi bir mesele ile insan hakları ihlallerinin Sivas Katliamı gibi daha görünür bir şekilde zuhur ettiği olaylar arasında kurulabilecek bağıntılar bugün hafızalaştırma alanında üzerine giderek daha da ilgiyle eğilinilen bir konu. Birbiriyle alakasız görünen bu meseleleri arasındaki bağıntı, altlarında yatanın, sermayecilik, ulus-devletçilik ve sömürgecilik projelerini birbirlerine göbek bağı ile bağlayan şedit tarihler oluşu. Dolayısıyla aslında insan hakları ihlallerine maruz kalmış ve dahası bunlara karşı örgütlenmiş olan toplulukların, iklim değişikliği gibi bir konuda da söyleyebileceği birçok söz, geliştirebileceği birçok eylemlilik, paylaşabileceği birçok deneyim olduğunu düşünüyorum. Bu gibi bağıntıların hafızalaştırma alanında giderek daha da merkezi bir rol oynayacağını düşünüyorum.