“Diyarbakır Askeri Cezaevi anlatılmaz, yaşanır.”

- Celalettin Can

Söyleşi: Kemal Taylan Abatan, 11 May 2022, Wednesday

Kemal Taylan Abatan, Celalettin Can ile Diyarbakır Askeri Cezaevi hakkında konuştu. Tutuklu ve hükümlülerin büyük çoğunluğunu Kürtlerin oluşturduğu Diyarbakır Cezaevi, özellikle 1980’lerin ilk yarısı boyunca süren bir dizi sistematik işkence yönteminin kullanıldığı bir kampa dönüştürüldü. 2008 yılında Time Dergisi tarafından hazırlanan “Dünyanın En Kötü Cezaevleri” listesine 4’üncü sıradan girdi. Cezaevinde yaşamını yitiren insanların gerçek sayısını belirlemek zor görünse de, devlet kayıtlarına göre 1980 ila 1984 döneminde sistematik işkence ve buna karşı yapılan protestolar nedeniyle 34 mahkûm yaşamını yitirdi. Yüzlerce tutsak fiziksel olarak zarar görürken hemen hemen bütün siyasi tutsaklar psikolojik travmalar yaşadı. Diyarbakır Cezaevi’ni bir vicdan mekanına ya da müzeye dönüştürme amacıyla kurulan Diyarbakır Cezaevi Gerçeğini Araştırma ve Adalet Komisyonu, 2007 yılında çalışmalarına başladı. Bu girişimin hayata geçirilmesine öncülük eden ve darbe döneminde insan hakları ihlallerine maruz kalanlar tarafından kurulan 78’liler Vakfı hukuk, sosyoloji ve psikoloji alanlarında çalışan uzmanlarla birlikte bu çalışmayı sürdürdü. 2021 yılında boşaltılan cezaevinin insan hakları müzesi olması için yapılan tüm ısrarlara rağmen, "anı ve etnografya müzesi" olacağı açıklandı. 78’liler Vakfı sözcüsü Celalettin Can, bu çetin hafızalaştırma çabasını, bu süreçte yaşanan sorunları bizlere aktarıyor… 

Image “TÜRKİYE, DİYARBAKIR CEZAEVİ GERÇEĞİ İLE YÜZLEŞİYOR” başlıklı afiş görselinde, kırmızı büyük harflerle “TÜRKÇE KONUŞ, ÇOK KONUŞ” yazısı bir aynaya yansımış gibi ters yazılmış. Görselin alt ortasında elinde cop tutan bir adam silüeti var. Afişin altında sergi bilgileri yer alıyor.
Kaynak: "Diyarbakır Zindanı'nın Mağdurları Konuşacak"

Ağır insan hakları ihlallerinin hafızalaştırılması, anıtlaştırılması neden önemli? 

Her şeyden önce bu insani bir sorumluluk. Çünkü Diyarbakır Askeri Cezaevi’nde özellikle 1981-1984 arasında Diyarbakır Askeri Cezaevi’nde yaşanan hak ihlalleri öyle bir anda anlaşılabilecek bir konu değil. Bunları anlamak, kavramak bir süreç meselesi. Politik tutuklularla konuşurken bize şunu söylüyorlardı: “Diyarbakır Askeri Cezaevi anlatılmaz, yaşanır”. Başta bana abartılı geliyordu, niye anlatılmaz ki, yeter ki uygun dil bulunsun. Ama görüşmeler ilerledikçe hadisenin derinliği ortaya çıktı. Uygulanan işkencelerin ve insan ruhu-fiziğinde yarattığı tahribat kavrandıkça bu cümlenin doğruluğunu dehşetle fark ettim. Tutukluların neler yaşadıklarını tam olarak fark etmediklerini de gördük. Yaşamış süreci ama birbirlerinden haberleri yok. Bir hücre başka hücrede ne yaşamış bilmiyor. Gerçekle bağları kopartılmış. Sadece kendisiyle sınırlı olduğunu düşünüyor ama kendisi de cehennemi yaşıyor. Yaşanılanlar da bütünüyle bilinmiyor. 1981-1984 arasında ne yaşandığını bilmiyorlar, kendileriyle sınırlı görüyorlar. Sonra tabii ortam yumuşayınca, koğuşlar arasında gidip gelmeler başlayınca gerçeği anlıyorlar. Her politik tutuklu kendi yaşadıklarını biliyor. Diğer hücreler ve koğuşlarda bilgiler eksik ve dağınık. Kaba duyumlar var. Mesela “Dörtler” kendilerini yakmış ama zannediyorlar ki Mazlum Doğan kendini yaktığı için olmuş bu eylem. Ama Mazlum Doğan asmış mesela kendini. Bir başkası Mazlum’un kendini yaktığını sanıyor o da kendini asmayı deniyor. Bilgiler çok dağınık ve eksik. Bu anlamıyla Diyarbakır Askeri Cezaevi’nin bende yarattığı düşünce, bir Gaia Kuyusu gibi. Anlat anlat bitmez. Bu nedenle Diyarbakır Askeri Cezaevi’yle ilgili bir çalışma yürütülüyorsa bunu kavramak bir süreç meselesi. Bunu peşinen kabul etmek gerek.

Diyarbakır Askeri Cezaevi’nde yaşanan hak ihlallerine ilişkin bir hafızalaştırma çalışması yapma fikri nasıl ortaya çıktı? Kimler yer aldı?

Bu konuyla ilgili görüşmeler yapmaya Diyarbakır Askeri Cezaevi’nde tutukluyken başladım. 1981-1984 yılları Oktay Esat Yıldıran’ın bulunduğu, hak ihlallerinin yoğun olarak yaşandığı bir dönemdi. Biliyorsunuz kendisi Kıbrıs’tan gelmişti ve bu iş için özel olarak seçilmişti. Kendisinin bir A Takımı vardı. Ancak sonrasında sanırım direnişe karşılık bir başarısızlık durumu oluştu ki yerine başkası getirildi. Ondan sonra cezaevinde nispeten bir rahatlama dönemine geçildi. Koğuşlar arasında gidip gelmeler yaşandı. Bu şekilde oradaki mahkumlarla konuşmaya başladım. Onlarla bir gün dışarıda bu görüşmeleri kayıt altına alacağımıza, mücadelesini sürdüreceğimize ilişkin sözleştim. Nitekim 2007 yılında bu işe başladık. 50 kişilik bir akademik grup oluşturduk. Bunların çoğu Türk’tü. Nimet Tanrıkulu, Turgut Tarhan, Fikret İlkiz, Tahsin Yeşildere, Nazan Üstündağ, Adli Tıpçı Mustafa Sütlaç, Şebnem Korur Fincancı ve ben yer aldık. Diyarbakır Askeri Cezaevi’nde yaşananlar hangi siyasi saiklerle yaşandı? Ben onun üzerine yoğunlaştım, metin hazırladım. Şebnem Korur Fincancı ve Mustafa Sütlaç sağlık hakkı üzerine yoğunlaştı. Nazan Üstündağ, Diyarbakır Cezaevi’nin sosyolojisine odaklandı. Fikret İlkiz, Diyarbakır Cezaevi ve ceza hukuku üzerine yoğunlaştı. Murat Paker, Diyarbakır Cezaevi’ndeki tutsakların psikolojisi üzerine odaklandı. Nimet Tanrıkulu ise, biz her toplantı bitiminde üç büyük sempozyum yaptık, biri Diyarbakır’da, biri Ankara’da, diğeriyse İstanbul’da, onların sonuç bildirgelerini hazırladı. Bu bizim ortaya çıkan argümanları okuyan, inceleyen, panel ve sempozyum düzenleyen, açıklamalar yapan ekibimizdi. 30-40 kişilik bir grup olarak da alanda dolaştık. Ama şu şekilde dolaştık, mesela Urfa’ya gideceğiz, ben önden gidiyorum, Diyarbakır Cezaevi’nde kaldığım için oradaki tutsakları tanıyorum, oradaki insan hakları kuruluşlarıyla ve cezaevi arkadaşlarımla irtibat kuruyorum, oradaki görüşmelerin ayarlanmasını sağlıyorum, kalacak yerlerini, giderlerini ayarlıyorum ve diyelim ki cezaevi çıkışlı 100 kişi var, onlarla toplantı yapıyorum ve diyorum ki “Daha önceden cezaevinde konuşmuştuk, artık zamanı geldi”. Yıl 2007-2008, aradan yıllar geçti ama unutmadık. Oturduk kaç kişinin geleceğini, kaç kişiyle görüşme olabileceğini, nasıl geleceklerini vs. bütün organizasyonu yaptık. Belediyeler bize yardımcı oldu. Örneğin Kızıltepe Belediyesi’nin tesislerinde görüşmelerin yapılabileceğini, halktan toplanan paralarla giderlerin karşılanabileceğini söyledik. Böylelikle hiç fon almadan, kolektif bir şekilde kendi kaynaklarımızla yaptık.

İçinde bulunduğunuz bu sürecin ve ürettiğiniz hafıza işinin yaratmasını beklediğiniz -politik, toplumsal, kişisel- etkiyi nasıl tarif edersiniz? Başka türlü sormak gerekirse bu çalışma kiminle konuşuyor, kimi muhatap almak istiyor? 

Diyarbakır Askeri Cezaevi’nde yaşananları anlayabilmek için 517 mahkumla görüştük. Toplamda 800 saatlik kayıt aldık. Bu kayıtlardan 10 bin sayfalık metin ortaya çıktı. Burada yaşananların sebebi 1974’le 1980 arasında yaşanan Kürt uyanışıydı. Kimi buluyorlarsa cezaevine atıyorlar, burada da insanlıklarına hücum edip bu uyanışı yok etmek istiyorlardı. Oradaki insanları insanlıklarından çıkartarak toplum nezdinde ciddiye alınmamalarını sağlamaya, birer insan müsveddesine dönüştürmeye çalışıyorlardı. Kürt politik öncülerini öyle bir hale getirmeye çalışıyorlardı ki insanlar onların ardından gitmesinler. Ancak umulduğu gibi olmadı. Biliyorsunuz 1983’te demokrasiye geçildi. Ama PKK daha da büyüdü. Zaten biliyorsunuz 1984’te silahlı mücadeleye başladılar. Öyle bir zulüm gerçekleşti ki halk bunu onlardan talep etti. Diyarbakır Askeri Cezaevi’nden çok yoğun katılımlar oldu, silahını kapan dağa çıkıyordu.

Diyarbakır Askeri Cezaevi’deki işkenceler 1980-1984 arasında Türk toplumu içerisinden çıkan insanlar tarafından yapıldı. Elbette Türk halkı bu uygulamaya onay vermedi. Ancak yeterli değil. Hitler de Yahudilere Alman olarak soykırım uyguladı. Alman halkının hepsi sorumlu değildi ancak Almanlar bundan hep utanç duydular. Bu töhmetten kurtulmak için her türlü yöntemi denediler. Alman ulusu olarak, Nazi uygulamalarının yarattığı töhmetten kurtulmak için İsrail’in politiklarını hoşgörücü bir tutum alınmasında mutlaka geçmişte yaşanan soykırımın bir etkisi de var. Diyarbakır uygulamalarına karşı Türk halkı, aydınlar, ilericiler, demokratlar yeterli tutum almadılar, töhmet altında kaldılar. Yaşananların ulusal ve uluslararası boyutta ele alınıp yüzleşmesi sağlanmadı. Bu sebeple Türk ve Kürt halkları arasındaki yarılma derinleşti. İki kamuoyu, iki algılama düzeyi ortaya çıktı. Başka bir halkın acılarına duyarlılık geliştiremeyen bir halk kendi acılarına da duyarlılık geliştiremez. Türk halkı yalnızca Diyarbakır Cezaevi’nde yaşananlara duyarsız kalmadı; 1 Mayıs 1977, Maraş Katliamı, Mamak ve Erzurum cezaevleri ve diğer yapılanların hesabını da soramadı. 12 Eylül darbecileri cezalandırılmadı. 1980 öncesinde ölen 5 bin gencin hesabıysa Mahşer’e kaldı. İşte bu ortamda Diyarbakır Cezaevi Gerçeğini Araştırma ve Adalet Komisyonu gerçekleri açığa çıkarmak ve adalet boşluğunu doldurmak üzere meşru bir hakikat komisyonu olarak kuruldu. Bir anayasa oluşturduk ve bu anayasanın getirdiği ilkeler çerçevesinde hareket ettik. Fiili bir hakikat komisyonu olarak çalıştık. Bu adalet ve vicdan yolculuğudur. 

Diyarbakır Askeri Cezaevi Projesi herkese mal oldu. Kürtlere de mal oldu tüm Türkiye’ye de. Ama bir de ortada cezaevi var, yıkmak istiyorlar. Bir kısmını yıkıp mağaza, bir kısmını da yalandan bir kültür merkezi yapmak istiyorlar. Şimdi de yıkılma kararı çıktı biz buna karşılık bir kampanyaya hazırlanıyoruz. Diyarbakır Askeri Cezaevi’yle yüzleşme konusunda özel bir kritik önem var. Toplumsal barış ekseninde bütün karanlıkta kalan gerçeklerin resmi bir şekilde gündemleştirilmesi gerek. Devlet bu bilgiyi toplumsallaştırmalı, mağdurlardan resmen özür dileyerek onları onurlandırmalı, bir daha asla diyebilmek için kötülüğün sembolü haline gelen o yerleri korumalı ve iyiliğin sembolü haline getirmeli. Diyarbakır Cezaevi’ni okula dönüştürmek veya yıkmak oldu bitti, unutalım gitsin demektir. Halbuki burası ciddi izler bıraktı ve buranın yok edilmesi mağdur ailelerine ciddi saygısızlık anlamına gelmektedir.

 

Image Gündüz saatlerine ait fotoğrafta, üstü tel örgüyle kapalı bir cezaevi girişinde “T.C. ADALET BAKANLIĞI DİYARBAKIR E TİPİ KAPALI CEZA İNFAZ KURUMU” yazılı bir tabela var. Tabelanın solunda Adalet Bakanlığı, sağında Ceza ve Tevkifevleri logosu var. Binanın üstündeki tel örgüyle kapalı alanın önüne siperlerde kullanılan kum torbaları istiflenmiş.
Kaynak: "78’ler Girişiminden Diyarbakır Cezaevi çağrısı: Vahşetin yaşandığı yer ‘İnsan Hakları Müzesi’ olmalı"

 

Türkiye’de hafızalaştırma alanın koşullarını nasıl değerlendiriyorsunuz? Karşılaştığınız zorluklar veya kolaylıklar neler oldu/oluyor? 

Bu çalışma barış sürecine denk gelmişti. O yüzden rahat bir ortam yakaladık. Hükümetle ilişkiler geliştirdik, Akil İnsanlar’la birlikte çalıştık. Çalışmalarımızın etkisi çok oldu. Dönemin hükümet yetkilileriyle görüşmelerimiz oldu. Bir görüşmeden sonra dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan çıkıp, Diyarbakır Askeri Cezaevi’ni kastederek “Şu duvarların dili olsa da konuşsa” dedi. Sonra 7 bölgede çalışan Akil İnsanlar’ın hepsinin dosyalarına şu ifade girdi: “Diyarbakır Askeri Cezaevi’nin sorumluları yargılanmalı”. Başbakan’la da görüşmelerim oluyordu, Kürt tarafını temsil ediyordum. Dolayısıyla diyaloğum çok yakın oluyordu. Defalarca heyetimizin gidip brifing vermesi için uğraştım. “Biliyorum Celalettin, rahat ol, bu iş olacak” dedi. Bir zaman sonra yine yapılan toplantılarda “Şu duvarların dili olsa da konuşsa” ifadesini kastederek, “Duydun mu ne söylediğimi?” dedi. Bu esnada üç bine yakın insan olarak suç duyurusunda bulunduk. Diyarbakır’da herkes kendi hayatını yazdı ve suç duyurusunda bulundu. Birey olarak. Çözüm süreci arefesinde, bunun üzerine Diyarbakır Cumhuriyet Savcılığı soruşturma açtı. Soruşturmayı ben, Nimet Tanrıkulu, rahmetli Tahir Elçi, Turgut Tahranlı, Fikret İlkiz takip ettik. 

Aynı zamanda çalışmalarımızı toplumsallaştırmak adına 100 bin imza topladık. Hükümete ve o dönemde mecliste bulunan tüm partilere bu imzaları verdik. Talebimiz Diyarbakır Cezaevi’nin yapı olarak aynen korunması. Yaşanmışlıkları sergileyen, mağdurları umutlandıran, toplumu eğiten, dolayısıyla toplumsal hafızanın olumlu ve yapıcı bir biçimde yeniden bir şekilde kurulmasına katkı sunan bir barış ve kardeşlik sembolü olarak insan hakları müzesi olsun istedik. Amacımız buydu. Sonra çözüm süreci bitip, çatışma ortamı yaygınlaştırılınca belediyelere kayyumlarla müdahale edildi. Çalışmaları biz yapıyorduk belediye bize yer veriyordu. Tüm çalışmalar bitirildi. Orayı yıkıp bir çarşı, bir kültür merkezi veya bir okul gibi bir yer yapmak istiyorlar. Şimdi bir hazırlık içerisindeyiz. Mayıs ayında Diyarbakır’da çalışmalara başlayacağız. 100 bin imzanın devamı getirilecek. İlk önce tutsaklarla toplantı yapacağız, sonra sivil toplum örgütleriyle görüşeceğiz, sonra aydınları davet edeceğiz. Yeni bir kampanya başlatacağız. Cezaevinin yıkılmaması ve insan hakları müzesi yapılması için çalışacağız.

Türkiye’de milliyetçilik çok güçlü. Kürt meselesi de yakıcı bir konu. Çok rahatlıkla bu çalışmayı elemine edebilirlerdi. Soros’muş, fonmuş, çok kolay manipüle edebilirlerdi. Türk aklı da buna çok müsait. Türkiye toplumunun aydınları Diyarbakır Cezaevi’ne karşı görevlerini yerine getirmediler, sorumluluklarını yerine getirmenin bir parçası olarak bunu yapacaklar. Her yerde böyle yaptık. Çok sıkıştığımızda gerektiğinde kredi çekiyorduk, sonra toplanıp bunu kapatıyorduk. Halk çok ciddi şekilde sahiplendi, hepsi kapılarını açtı. Hiçbir grup arasında ayrım yapmadık. PKK’liymiş, KUK’çuymuş, Kawa’cıymış, hiçbir tutsak arasında ayrım yapmadık. İtirafçıları da dinledik, militanları da dinledik. Kürtlerle çok açık konuştuk, bu böyle olmalı dedik. Kimseden izin de almadık, kendimiz düşündük. Bağımsız olsun istedik. Sağolsunlar belki cezaevinden tanıyorlardı belki geçmişimizi biliyorlardı hiç tanımıyorlardı, tamamen tutsaklara dayalı bir tutum aldık. Bu şekilde yola çıktık ve ördük. Dolayısıyla kapılar bize birer birer açıldı. Bütün gruplar karar almış, sonuna kadar destek vereceklerini beyan etmişler. Mesela PKK’lilerle, KUK’çular kavgalıdır. Ama geldiler biri bir odada diğeri başka odada sorunsuz bir şekilde anlattılar. Hepsi yardımcı oldu. Bu şeyi gösterdi aslında, Diyarbakır’da o kadar çok acı çekilmiş ki, hesap sorulsun, bir şeyler olsun istediler. 2007’nin Mayıs ayında, “Dörtler”in ölüm yıldönümünde, “Diyarbakır dosyasını açıyoruz” diye Sultanahmet Cezaevi önünde bir basın açıklaması yaptık. Daha sonra Eylül ayında, Türkiyeli 50-60 aydını aldık ve Diyarbakır’a gittik. Diyarbakır Cezaevi’nde basın açıklaması yaptık. Koşuyolu Parkı’na kadar yürüdük. Burada bütün aydınların ne yapması gerektiğine dair halkın desteğiyle açıklama yaptık. Bu grup içerisinde kendini öneren 15-20 kişiyle birlikte bu komisyonun anayasasını yaptık. Yaptığımız anayasanın ilkeleri çerçevesinde çalışacağımızı söyledik. Bir arkadaşımız dahi bir konuyla ilgili itirazda bulunduğunda o konuyu çalışmadık. Bizim amacımız bir bellek, bir hafıza yaratmak istedik. Belki hemen kullanamayız, belki 10 yıl, belki daha sonra kullanırız. Asıl mesele buydu. Bütün derdimiz tarihe bir bellek bırakılmasıydı. Bütün çalışmalarımızı demokrasiyle yürüttük. Ben demokrasiye ahlaki bakmıyorum. Demokrasi bir ihtiyaçtır. Ortak çalışmasaydık başaramazdık. 

Adalet arayışı ile hafızalaştırma çabası arasındaki ilişkiyi nasıl değerlendiriyorsunuz? Adaletin sağlanması için işletilecek süreçlerde bu tür hafıza çabalarının rolü olabilir mi? Eğer varsa bunu biraz açabilir misiniz? 

Diyarbakır Cezaevi’nde kalmış tutsaklarla görüşmelerimizde onlara sorduk, hesaplaşma biçiminde mi yapalım, yoksa onarıcı adalet biçiminde mi diye. Onarıcı adalet görüşü ağır bastı. Yani yüzleşme ve onarıcı adalet. Diyarbakır Cezaevi’nde kalan insanlardan yargılansınlar diyenler vardı. Ama temel görüş “bir daha yaşanmaması” şeklindeydi. Birbirimizin yüzüne bakabilmek için. Yani işkence yapanla mağdur olan birbirinin yüzüne bakabilsin. Öne çıkan görüş, Diyarbakır Cezaevi meselesi Kürt meselesidir, Kürt meselesi çözülsün, ortak yaşamı kurabileceğimiz bir ortam inşa edilsin şeklindeydi. 

Dünyada biz o dönem inceledik. Diyarbakır Cezaevi’yle ilgili anayasa çalışmasını yaparken 100-110 çeşit işkence yöntemi keşfettik. Bunlar bizim ulaşabildiklerimiz tabii. Diyarbakır Askeri Cezaevi’nde bunların 70 çeşidi uygulanmış. 60’ın üzerinde politik tutuklu işkencede öldürülmüş. Kendini yakarak veya asarak ölenler var. Ama bunların sayısı 30’u geçmez. Geriye kalanı işkenceyle öldürülmüş. Binlercesi işkenceyle yaralanmış, yüzlercesinin psikolojisi bozulmuş. Onlarcası da akli dengesini yitirmiş. Bu bilgileri biz 517 kişiyle yaptığımız görüşmelerde elde ettik. Diyarbakır Cezaevi’nde 30 bin kişi kaldı. Bu 517 kişi nispeten direnişlerde öne çıkanlar veya yaşayanlar. Ama oradan 30 bin kişi geçti. Bir de böyle düşünmek gerek. Vahşet, dehşet bir şey. Dolayısıyla bu bulgular tamamen gerçeği yansıtmıyor. Elimizdeki bulgulardı bunlar sadece. Bunların istatistiki bir bilgi olmadığını, canlı insanların yaşadığını unutmayalım. Dolayısıyla gerçeğin her yönüyle anlatılması gerekiyor. Bizim çalışmalarımız bu konuda yetersiz kalabilir. Sanatın, edebiyatın, sinemanın desteğine ihtiyaç var. Onlara görev düşüyor. Geçmişteki gerçek aslında bugünün gerçeğidir deyip aslında bu perspektifle hareket etmek gerekiyor. 

Türkiye’den veya dünyadan örneklerle birlikte baktığınızda hem kolektif hafıza hem de hafızalaştırma çabaları bugün nasıl düşünülüyor? Bu alanın geleceğine dair fikriniz nedir? 

Türkiye’de birçok cezaevini dolaştım, işkenceler gördüm. Direniş örgütlemeye çalıştım. Çok işkenceler gördüm, işkence görenlere şahit oldum. Ama Diyarbakır cezaevindekileri dinlediğimde şok oldum. Türkiye’deki en ağır cezaevlerini toplasan bile Diyarbakır’ın birkaç ayını tutmaz ve orada insanlığın yok olması için uğraştılar. İçindeki insanı, güveni, onurunu, şerefini haysiyetini yok etmek istiyorlardı. Bunu yaparken de “Seni saldığımda bitmiş hale geleceksin, buradan gitmek istemeyeceksin” diyorlardı. Yaşayanlar için de böyle, aileleri için de böyle. Ailelere de çok kötü davranmışlar. Dışarı çıkınca dedim ki bunu topluma mal etmeli. Çünkü Türkiye halkı bilmiyor bunu, bildiği kadarıyla da seyirci kalıyor. Ama kalmayanlar da var, ölenler var, direnenler var. Türkiye’deki cezaevlerinde. Ama Diyarbakır cezaevinin özelliğini bilmiyorlar. Yani Osmanlı tarihini, Türk tarihini biliyoruz. Yaşanan baskıları, işkenceleri, katliamları, terörü biliyoruz. Diyarbakır cezaevinden hareketle tüm bunların açığa çıkarılması, sorumluların yargılanmasını amaçlıyoruz. Bu çalışmalardan sonra 78’liler kendi kimlikleriyle saygı gören, dikkate alınan bir hareket haline geldi. 

Diyarbakır Askeri Cezaevi, Nazi kamplarından aşağı değil. Dövüyorlar, öldürüyorlar, aç bırakıyorlar, öldürüyorlar. Burada öyle uygulamalar var ki eşi benzeri yok hakikaten. Diyarbakır 5 Nolu Askeri Cezaevi’ndeki vahşet, Türkiye’deki ve dünyadaki başka örneklerle kıyaslanmadan, kendi özgünlüğüyle anlaşılmalıdır. Bu tür kıyaslamalar Diyarbakır Askeri Cezaevi’ni dünyada ve Türkiye’deki yaşanmış cezaevi örneklerinden biri yapar ki, bu insanlığı Diyarbakır’da yaşanan vahşet politiklarına karşı toplumsal bilinç sıçraması yapmasından alıkoyar. Nazi kamplarındaki uygulamalar insanlığı nasıl duyarlı kılmış ve bilinç sıçraması yaratmışsa, Diyarbakır Askeri Cezaevi’nde yaşananlar da insani bilinçler taşımalıdır. Türkiye’nin aydınlık yüzleri, ilerici ve demokrat güçleri bunun gereğini uzun süre yerine getirmediler. Diyarbakır’la ilgili vicdanlar uykuya yattı. Buradaki uygulamalar anti-Nazi kampları perspektifiyle ele alınması eminiz ki vicdanların uyansaydu, 12 Eylül darbeciliği yargılansaydı, Kürt meselesi çözülseydi hepimizi geleceğe taşıyacak konularda Türkiye daha ileri ve adil konumda olurdu. 30 yıl sonra komisyonumuz buna girişebildi. Hayat, komisyonumuzun önüne Diyarbakır Cezaevi’ni getirip koydu. 12 Eylül Cuntası’nın insanlık dışı karakterini ortaya çıkarmak son derece önemli. İşkence yöntemleri ve onların ruhsal-fiziksel bütünlük üzerinde yarattığı tahribatla, Diyarbakır Cezaevi’nin arkasındaki siyasi zihniyet arasındaki ilişki doğru kurulmalı. Kürt meselesi o dönemde 80 yıllık bir meseleydi, bugün 100 yılı aştı ve hep vardı. 12 Eylül darbecilerinin uyguladığı vahşet yeni döneme geçişin işareti oldu. Çünkü Diyarbakır Askeri Cezaevi’nin niteliğini, Türk devletinin Kürt halkına tarihsel ve stratejik bakış açısı belirledi. Tutukluların “Ben Türk’üm” demesi ilk yaptırım oldu. Tutuklu Türk’üm demişse, kurallara uyması ve teslim olması anlamına gelirdi. Düşünce duygularından bağımsız olarak tutukluların Türk kabul edilmesi, içlerindeki Kürt insan özelliklerinden Türkleşme temelinde arındırılması amaçlananın bu lolduğunu gösteriyor. Türkçe konuş çok konuş, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin 80 yıllık inkar politikasını ortaya koyuyordu. Nitekim 12 Eylül Darbesi, Kürtlerin ana dilini yasaklayacaktı. Daha önce fiili yasaktı, sonra anayasaya konuldu. Bunun sebebi 1970’lerde başlayan Kürt uyanışıydı. Şimdi Kürt meselesini anlamak mı istiyoruz? Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz, Türkiye Cumhuriyeti’nin Kürtlere bakışını anlamak için Diyarbakır Cezaevi’ndeki uygulamalara bakalım.