1977 yılında düzenlenen 1 Mayıs kutlamalarında, Taksim’de yaklaşık 500 bin kişi toplandı. DİSK Genel Başkanı Kemal Türkler’in yapmakta olduğu konuşmanın sonuna doğru eylem için meydanda bulunan kitlenin üstüne civardaki binalardan ateş edilmeye başlandı. Kaçmaya çalışan göstericilerin yollarının da kesilmesiyle beraber ortaya çıkan kaos sona erdiğinde 34 kişi yaşamını yitirmiş, 136 kişi de ciddi şekilde yaralanmıştı. Hafıza ve Gençlik projemizin katılımcılarından Göktuğ Berber, Fahri Aral ile Kanlı 1 Mayıs’a uzanan süreç hakkında konuştu. Aral dönemin çeşitli öğrenci hareketleri içinde yer aldı. Sonrasında yayıncılık hayatına başladı ve 1982’de İletişim Yayınları’nın kuruculuğunu yaptı. O gün yaşananların tekil ve müstesna bir olay olmadığını, öncesinde ve sonrasında yaşanan siyasal değişimlerle birlikte anlamlandırılması gerektiğini Aral’dan dinliyoruz.
Üstünden 55 yıldan fazla zaman geçmesine rağmen halen hesabı verilmemiş bir katliamı hiçbirimiz elbette ki unutmadık. Ama 1 Mayıs 1977’ye, o günkü trajediye ve o günden sonrasına odaklanırken zaman zaman gölgede kalabilen bir kısım var: Kanlı 1 Mayıs’ın öncesi ve oraya giden yol. 1 Mayıs 1977’ye giden yol ve 70’lerin işçi hareketi sizde ve toplumun genelinde nasıl izler bıraktı?
Aslında 1 Mayıs 1977’yi çok farklı bir biçimde ele almak lazım; çünkü öyle bir dönem ki, 1960’lara hatta daha öncesine uzanan, 6-7 Eylül’den gelen bir süreç. Bu süreci bir komplo zinciri biçiminde algılamamak, tam tersine tarihi dönemleri kendi mantıkları, diyalektik iniş ve çıkışları ile yorumlamak gerekir. Buradan bir komplo mantığı üretmek, olayların oluşumuna o gözle bakmak fazla bir açıklama sağlamaz. Elbette ki, olayların birbirine eklemlenmesinden çıkan sonuçlar, tarihsel olguların iradi ve iradi olmayan yanları benzer sonuçlar yaratabilir. Ama bunlar hiçbir zaman aynı zincirin benzer halkaları değildir. Ama egemen sınıfların bilinçli müdahaleleri, provokasyonları her zaman olacaktır.
Mesela, 1977 yılının 1 Mayıs’ından önce 1969 yılında Kanlı Pazar var, bu Kanlı Pazarla başlayan sürecin bir parçası. Kanlı Pazar’ı hatırlar mısınız bilmiyorum. 1969’da Amerikan 6. Filosunun limana gelişinin son gününde büyük bir işçi ve gençlik mitingi yapılmıştı. Orada da bir zincirin benzer halkalarını seçebiliriz: 1969 Kanlı Pazar, 1977 1 Mayıs, Çorum, Kahramanmaraş katliamları vb.
Bunun DİSK nezdinde yansıması nedir ona da bakmak lazım. 1977’nin DİSK’in gelişimine etkisi oldu mu diye sormuştunuz. Evet DİSK’in o günlerine tanık oldum, büyüme günlerini gördüm, yaşadım, sendikalarda çalıştım. DİSK’in sendikal örgütlenme için verdiği mücadele biçimleri haklı, yasal ve sonuç alıcıydı. Bunlar da işçilerin TÜRK-İŞ’te alışık olmadığı, fazla yaşamadığı şeylerdi. İşçi hareketinde TÜRK-İŞ de vardı ama tabi TÜRK-İŞ bugüne kadar böyle bir mücadele biçimi göstermediği için işçilere hiçbir zaman cazip gelmedi, daha çok devlet kurumlarında sendikalaşmıştı. Büyük de bir gücü vardı ama DİSK kısa zamanda o gücü kendi lehine çevirmesini bildi. Kurulduğu 1967’den bu yana, 1970’lere kadar DİSK, sayısını öyle bir büyüttü ki, her yerde sendika üyesi yaptığı işçilerle birlikte Türkiye’de görülmemiş bir mücadele biçimi geliştirdi: mesela fabrika işgalleri, uzun süren grevler, direnişler, işçi sınıfına tanınmış yasal hakları sonuna kadar kullanma, güçlü bir hukuk mücadelesi.
Bütün bunlar DİSK’in o mücadeleci yanını yarattı. Özellikle 1970’lere doğru önemli bir büyüme de göstermişti; Maden-İş, Lastik-İş, Gıda-İş gibi. Bunları kuranlar da DİSK’in kurucularıydı. Örneğin Lastik-İş, lastik işi kolunda toplu sözleşme yapmaya yetkili tek sendikaydı. Maden-İş’in başında Kemal Türkler vardı, ki 1978’lere kadar kendisi DİSK’in de genel başkanıydı. Lastik İş’in başkanı Rıza Kuas vardı, o da çok mücadeleci birisiydi. Böyle bir sendikal büyüme, Türkiye’de o güne dek görülmemişti. Tabi bu siyasal alanı da etkileyecek, siyaset işçiler için ‘yaklaşılmaz’ olmaktan çıkacaktı.
Ayrıca o dönemde kendileri gibi ama farklı bir alanda mücadele veren gençlikle tanıştı. 68 gençlik hareketi DİSK’in mücadelesinde bir çeşit etki yarattı; ışık tuttu demeyelim ama toplumsal hareketler birbirlerini etkiler, bunlar da birbirlerini etkiledi. Mesela Lastik-İş’te bir derbi işgali vardı. 68’in içinden gelen birçok gençlik lideriyle birlikte biz de derbiyi ziyaret ettik, bunlar hep ayrıntı ama şunu vurgulamak lazım, o yıllarda işçilerle gençliğin mücadelesi Türkiye’nin toplumsal mücadele tarihinde ortak sayfalar açmıştır. 12 Mart’ta DİSK’i kapatamadılar, buna cesaret edemediler ama baskılarla faaliyetlerini askıya aldılar, üye kazanmasını engellediler.
12 Mart’tan sonra 1973’te CHP ve MSP koalisyonu kurulunca çıkan aftan sonra Türkiye çok başka bir mecraya doğru sürüklenmeye başladı. Artık işin içine çok farklı unsurlar girmeye başlamıştı ve gençlik hareketlerinde, silahlı mücadelenin bir fetiş haline getirilmesinin neden olduğu örgütlenmeler doğdu. 1977’ye gelen dönemde DİSK aslında çok güçlenmişti, 1976’da da ilk defa 1 Mayıs’ı kutladı. Bundan çok önce 1969’larda DİSK’in toplantı halinde kutlamaları oluyordu ama ilk defa 1976’da yaklaşık 600-700 bin kişinin toplandığı bir miting yapıldı ve bu görüntü iktidarlarda büyük bir tedirginlik yarattı. Bir sene sonraki 1 Mayıs’ta da Kanlı 1 Mayıs’ı yarattılar, ben bu döneme böyle bakıyorum.
Kanlı 1 Mayıs tartışmaları halen süren, üzerindeki devasa örtünün kaldırılamadığı korkunç bir katliam. Ve pek tabi ki bu bir günden sonra birçok şey eskisi gibi olmadı. Biraz bunun üzerine de konuşalım isterim. Kanlı 1 Mayıs, işçi hareketinde bir kırılmaya sebep oldu mu?
Bana göre çok büyük etkisi olmadı, yükselme yine devam etti. Ardından çok farklı olaylar oldu, beş öğrencinin Beyazıt’ta öldürülmesi, DİSK’in iki günlük grev ilan etmesi gibi. Şöyle bir değişim de başladı: DİSK artık siyasi iktidarları genel grevle, genel direnişle tehdit eder hale geldi; onlar da bu işi bu anlamda ciddiye alıp engellemeye çalıştı. Mücadelenin sertleşmesi de bunu getirdi, nitekim sonrasındaki Tariş olayları malum. Hep bunlar tabi 12 Eylül’e gerekçe olarak sunuldu ama DİSK yine de büyüdü, 12 Eylül’e doğru biraz üye kaybetmesine rağmen yaklaşık 450-500 bin üyeye sahipti; TÜRK-İŞ’in de 800-900 bin civarında üyesi vardı ki çoğu kamu işletmelerindeki işçilerdi ve doğal olarak sendikaya üye yapılıyorlardı.
Bunun dışında 6. Kongreden önce bir sürü sendika TÜRK-İŞ’ten ayrılarak DİSK’e katıldı. İrili ufaklı birçok sendikanın katılmasıyla beraber, 1976-1977’lere tekabül eden dönemde DİSK çok büyüdü. Kırılma lafını kullanmak istemiyorum, birdenbire düşmek demektir bu, ama toplumsal mücadele çok farklı bir yere gidiyordu, memurlardan tutun gençliğe kadar. Gençlik içindeki mücadelede ise 1968’deki kucaklayıcı biçim yerine önemli çatışma biçimleri oluşmuştu ve silah her yerde tayin edici bir unsur haline gelmişti. DİSK işte o “kırılma noktasının” dışında büyüdü, hem katılmalarla hem de o katılmaların getirdiği yeni bir hareket, yeni bir mücadele ve örgütlenmeyle. Bunlar biraz da DİSK’in işlerini kolaylaştırdı, DİSK büyük bir konfederasyon haline geldi. DİSK’in kapısını çalan örgütler çok başarılı oldu ve büyüdü, örneğin Yeraltı Maden-İş ve Devrimci Toprak İş. O büyüme, 1979-80’lere kadar devam etti. Tabi mücadele biçimleri sertleşmeye başladı, siyasi iktidar baskı altına almak istedi, yasalar değiştirilmek istendi. Ama 15-16 Haziran gibi bir mirası üstlendiği için DİSK başarılı bir konfederasyon olarak devam etti benim gözümde. Siyasal iktidarlar güçten çok korktukları için hep bir takım komplolar yoluyla vaziyete hakim olmak ister. Kanlı 1 Mayıs’ta da bunu yaptılar. Ne var ki, her şeye rağmen bir sene sonra 1 Mayıs yine kutlandı.
1 Mayıs 1978’deki katılım, 1977’deki kadar kalabalık ve coşkuluydu. Ben örneğin o gün miting başlayana kadar Beşiktaş’taki Maden-İş binasından işçileri Taksim’e yönlendiren grubu yönetiyordum. Ardından Taksim’e gelip kürsüye çıktığımda meydan tamamen dolmuştu.
12 Eylül darbesinin gerekçeleri üzerine tartışılırken odaklanılan en temel noktalardan birisi o dönemde yaşanan siyasal istikrarsızlık ve kaos olmuştur. Ama bunun yanında 12 Eylül’ü konuşurken işçi hareketini de muhakkak değerlendirmek gerekir. 12 Eylül’ün gerçekleştirilmesinde işçi örgütlenmesi ve sendikal hareketin güçlenmesinin rolü oldu mu? Olduysa nasıl ve ne kadar büyük bir rol?
12 Mart bir askeri darbeydi ama deneyimsiz bir darbeydi, ne yapacaklarını tam bilemediler, parlamento da açık kaldı. 12 Mart’ta DİSK’i kapatmadılar, neden kapatmadılar bilinmez ama herhalde henüz daha kendileri için tehlikenin farkında değillerdi. Bunu 1980’lere doğru gördüler. Tabi siyasi hareketler, kitle hareketleri her iki tarafı da bilinçlendirir: egemenler nelerin farkında olmadıklarını görürler; işçi, gençlik vesaire diğer kesimler de deneyimlerini arttırır. Bu işçilerin arasında tedirgin işçiler de vardı, sonuna dek mücadele vereceğiz diyen işçiler de. O dönemlerin ‘kaos’ diye tanımlanan ortamını, doğru olarak farklı düşünce tarzlarının yarattığı mücadele biçimlerinde aramak gerekir.
Ama 12 Eylül’e gelindiği zaman bu sefer sistematik, çok iyi planlanmış ve hedefe yönelik bir darbe vardı. Hemen DİSK kapatıldı, hemen siyasi partiler kapatıldı, hemen parlamento feshedildi. Bunlar darbe açısından cesurca şeylerdi, bunların arkasından gelecek şey o bahsettiğiniz kırılmanın daha aşağıya gitmesi ve sendikalaşmanın da azalmasıydı; hedeflenen de buydu. Ama TÜRK-İŞ açısından örneğin öyle olmadı ve bu durumda da ehil bir sendikayı tercih ettiler. DİSK üzerinde ise büyük bir hesap yaparak anarşist olduğunu, memlekete komünizm getireceğini iddia ederek bunu büyük bir propaganda aracı olarak kullandılar. 12 Eylül darbesi işte böyle kırılma noktası oldu, bundan sonra sendikalaşma oranı azaldı ve gerçek anlamda işçilerin sendikalarda örgütlenmesine imkan vermeyecek yasal düzenlemeler geldi. DİSK’in yöneticileri ise uzun bir tutukluluktan sonra tahliye oldu; ama paralara, arabalara, binalara, örneğin Çankaya’daki büyük binaya el konulmuştu. Sonradan bunlara karşı davalar açıldı ama artık zayıflayan bir sendikal hareket vardı.
Daha sonra Özal ile gelen neo-liberal akımlar nispi refah gibi bir şeyi yaratmaya çalıştı ve işçi sınıfının da toplumda yürüyen bir kitlesi olmadı. DİSK’in açılmasından sonra yine örgütlenme işine ağırlık verildi ama bir iki sene sonra birçok yeni projeyi uygulamak isteyen Abdullah Baştürk beyin kanamasından dolayı vefat edince sonraki başkanların çabaları DİSK’i eski konumuna getiremedi. 12 Eylül bu darbeyi çok iyi bir şekilde gerçekleştirerek bu hareketi kesti, tek tük mücadeleler yine oldu ama eskisi gibi değildi. Yirmi yıllık AKP iktidarında da bu durum kendisini belli ediyor.
Şu da var, ben hem DİSK’te hem de değişik sendikalarda yıllarca eğitim uzmanı olarak çalıştım. Bir şeyleri anlattığınız zaman işçiler size hak veriyorlar, hatta candan hak veriyorlar ama bunun bir sonuca varması tamamen toplumsal mücadeleye bağlı. 12 Eylül olmasaydı belki o eğitimli işçiler çok daha farklı bir yere gidebilirdi. 12 Eylül hissettirmeden o tür bilinci ve algıları da yok etti, onlar açısından bir başarı. Şimdi artık yeni mücadele biçimlerinde eskiyi çok fazla aratan bir şey yok, örneğin grev yasaklanıyor ama işçiler yine de greve çıkıyor. Yine de neoliberalizmle gelen nispi refah anlayışını da düşününce işçi sınıfını da eskisi gibi görmemek lazım. İşçi refah görsün, yaşasın tabi ki; “zincirlerimizden başka kaybedecek bir şeyimiz yok” düşüncesi geçmişte kaldı, ama yine de hakkını arayacak bir işçi sınıfı Dünya’da da Türkiye’de de hep olacak.
İşçilere yeni şeylerden de bahsetmek lazım artık; örneğin eskiden çevre sorunları, insan hakları, kadına yönelik şiddet, çocuk hakları ve bunun gibi birçok sorun hiç gündemimizde yoktu. Bu anlamda sendikal eğitim çok önem kazanıyor, kazanmaya devam da edecek.
1980 darbesinden sonra Türkiye’de protesto kültürünün kasten ve devlet politikalarıyla yok edilmeye çalışıldığı malum. Hatta iktidarların ve yer yer muhalefetlerin de üzerinde uzlaştıkları nadir alanlardan da birisi olmuştur. Bugünü daha iyi anlamak için de size şunu sormak isterim. İşçi hareketi 12 Eylül darbesinden sonra, özellikle 90’larda tekrar toparlanabildi mi?
Tüketim artık çok körüklendi, günlük hayatta tüketim bir kişilik meselesi haline geldi. Eskiden tüketim yok değildi, o zamanki sendikalaşma da örneğin tatili bir gelenek haline getirmek istemişti; sendikaların tatil köyleri vardı ve işçileri buralara yöneltiyorlardı. Ancak bugünkü gibi bir tüketim anlayışı değildi. Yeni tarz bir sendikacılık olursa yine buna yönelmek lazım; ayrıca çevreye duyarlı, kadın haklarına duyarlı, bu konularda birçok şeyi sendikalarında dile getiren işçiler de yaratmak lazım, neoliberalizmin etkisi ancak böyle kırılır. Bütün dünyada sendikalaşma geriledi tabi; sosyalist blokun yıkılması, duvarın kalkması bazı gerçekleri ortaya çıkardığı için ideolojik soğumalar da başladı. Medya aracılığıyla sosyalizme yönelik bir aşağılama süreci de başlatıldı. O dönemde sosyalist dediğimiz ülkelerde Batı’daki gibi bir tüketim mekanizması olsaydı ne olurdu onu da bilemiyoruz tabi. Bunlar hep birbiriyle bağlantılı, ama ben o kadar umutsuz da değilim. Yine de bu rasyonalite içinde hem sendikal hareket gelişecek hem de siyasi ortam çok farklılaşacaktır.
Önceki kısımlarda yeni mücadele biçimlerinden bahsettiniz, buraya da girelim isterim. Bunlarla ilgili ne düşünüyorsunuz, nedir bu yeni mücadele biçimleri?
Değişik kesimler değişik mücadeleler yürütüyor, örneğin kadınlar yürüyor, ama bir tek kadın olarak yürüyorlar. Emekliler yürüyor farklı biçimlerde. Mücadele biçimlerinin barışçıl olmasına önem veriyorlar, bu da çok önemli. Gençler, dışarda az ama Boğaziçi ve ODTÜ gibi yerlerde kampus içinde hep ayakta. Grev yasağı kararına rağmen işçiler greve gidiyor. Bunun gibi durumlar yeni mücadele biçimlerini ortaya çıkarıyor. Örneğin fatura yakmalar var şimdi; eskiden biz bunları önemsemezdik, halbuki önemli bir mücadele biçimi ve bir araç. İşte bunlar yeni mücadele biçimleri, her hafta bunlar gibi yirmi otuz tanesi tekrar ediyor, belki de hiç görmediklerimiz var.
Özellikle çevreye karşı oluşan hassasiyet: örneğin HES’lere, taşocaklarına, nükleer santrale karşı, beşli çeteye karşı çok değişik mücadele biçimleri var. Bir bakıyorsunuz bir köyün kadınları, çocukları, erkekleri, yaşlıları hep birlikte mücadelenin içinde ve sonunda biz başardık diyebiliyorlar; bunlar çok önemli. Mücadele sadece meydanda toplanıp, hakkını duyurmakla, greve çıkmakla yapılmak zorunda değil. Bunlar da hak tabi ki ama bu tür yeni mücadele biçimleri de bir bütünlüğü oluşturuyor, önümüzdeki dönemde daha fazlalarını da göreceğiz.
Biz eskiden mesela “zam, zam, zam, ucuzluk ne zaman” diye bağırırdık. Şimdi bakıyorum, örneğin birisi bordrosunu yakıyor, uzatılan mikrofona çekinmeden ağzına geleni söylüyor, pahalılıktan yakınıyor, cebindeki parayı gösteriyor. Diyebilirsiniz ki o da az maaş aldığını anlatmaya çalışıyor. Evet bunu anlatıyor ama belirli bir sembolle dile getiriyor, bu önemli. Bir de demokratik üniversite kavramı vardı eskiden. Öğrenciler, öğrenci dernekleri yönetime katılırdı. Bugün eksik taraf da bu, gençlik hareketi nasıl oluşacak bilmiyorum. Çok önemli gençlik hareketlerinden, işgallerden, eğitime yönelik talepleri, eğitimde reform vb. dile getirmekten sonra gençlik hareketi darbelerle yok edildi. O dönemde gençliğin bir bölümü değişik siyasal yapılanmalara yöneldi.
Sonuçta 68’le başlayan demokratik üniversite kavramını bir miras olarak yeni kuşaklara taşıyacak hareketler, öğrenciyi demokratik bir üniversite için sürükleyecek bir şey yok gibi görünüyor ama bana göre bunun ortamı demokratik olarak oluşuyor. Şu anda Türkiye’de gerçek anlamda üniversite kavramı yerlerde sürünüyor. YÖK ve siyasi iktidar tarafından her üniversitede, rektörün veya başkasının, bir kişinin ağzına bakılarak cehaletin getirdiği bir sürüleşme yaratılıyor. Övünmekle bitirilemeyen üniversitelerin, hele sayıları göklere çıkarılan taşra üniversitelerinin haline bakın; hiçbir yerde liyakate dayalı doğru düzgün bir eğitim yok. Birkaç kapı aralansa o ışığın peşinden gitmek insanlara geçmiş mücadeleyi de hatırlatır.
Ama bu kapıları aralamak da bir mesele; örneğin ben bugün gençlere 68’i, demokratik üniversiteyi, işgalleri vb. nasıl anlatayım? Oysa çok önemli hedefler ve talepler vardı o zaman o işgali gerçekleştirirken. Aradan geçen yıllara rağmen o talepler halen geçerli; üniversiteler ise ileriye değil geriye gitti. Bugün o hedefler halen gündemde, demokratik üniversite ve yönetime katılma talepleri gibi. O zamanlar ‘sen öğrencisin ve buna hakkın var’ diyebiliyorduk. Ama artık üniversitelerde öğrenci değil müşteri varmış gibi bir anlayış hakim.
Bugün özellikle üniversite gençliğinin hareket alanı çok dar, oysa o kadar çok sorun var ki… Özerklik ayaklar altında, her kademede liyakatsizlik, kifayetsizlik diz boyu, atanmış rektörler birer kayyum gibi. Düşünebiliyor musunuz, adını vermeyeceğim şatafatlı binalara sahip bir taşra üniversitesinde psikoloji bölümünde derslere lise hocaları giriyor. Başkaldırmak için onlarca neden var. Evet başkaldırı ama bilinçli ve geleceğe yönelik çözümler getiren bir başkaldırı.