2 Temmuz 1993 günü ateşe verilen ve içinde olan aydınlar, yazarlar ve sanatçılardan 33 kişinin yakılarak katledildiği Madımak Oteli’nin hafızalaştırılması için verilen mücadele yıllardır sürüyor. Bu amaçla hazırlanan kapsamlı bir çalışmanın ürünü olan Madımak Katliamı Hafıza Merkezi web sitesi 2023 yılında, yani katliamın 30. yıl dönümünde erişime açıldı. Şu anda Sanal Müze, Madımak Kütüphanesi ve Web Belgesel başlıklı üç ana bölümden oluşan web sitesi; fotoğraflar, efemeralar, gazete küpürleri, dava dosyaları, katledilen aydınların kişisel eşyaları ve hikâyeleri, sözlü tarih görüşmeleri gibi pek çok belgeden oluşuyor. Hafıza Merkezi ekibinden Merve Bakdur, Madımak Katliamı Hafıza Merkezi’nin Proje Koordinatörü ve Kreatif Direktörü Eylem Şen ile gerçekleştirdiği söyleşide sanal müzenin yolculuğunu, nasıl kavramlar üzerine temellendirildiğini ve ne gibi zorluklarla karşılaştığını konuştu.
Bize kendinden bahsedebilir misin? Bilgisayar mühendisisin ve bu projenin koordinatörüsün. Siyasi ya da hukuki bir meseleye ilişkin çalışmalarda genelde sosyal bilimci ve hukukçularla karşılaşırız, teknik açıdan donanımlı insanları bu konular ile buluşturmak daha zor oluyor. Senin yolculuğun nasıl oldu?
Bu projeye başladıktan bir süre sonra dedim ki şu ana kadar edindiğim deneyim, eğitim tüm çalışmalar bu projede karşılık buldu. Bilgisayar mühendisiyim ve uzun yıllar veritabanı yöneticisi olarak çalıştım. Dolayısıyla bir veritabanı yaratmak, onun performansını sağlamak, kullanıcı dostu işler yapmak benim için mesleğimin bir gereği oldu. Bilgisayar mühendisliğinde okurken ve çalışırken de pozitif bilimler, bilişim, sosyal bilimler arasındaki ilişki, benzerlik ve farklılıkları; toplumsal mücadele alanlarındaki işlevi üzerine düşünür, okur, yazardım. Mühendislik alanından sosyal bilimlere bakmak konusunda bir bakış açım vardı ama pratik olarak çalışırken bunu sınamak bambaşka bir deneyim oldu.
Bu tür alanlardan, yani mühendislik alanlarından gelenlerin bu şekilde sanat, sinema vb. alanlar ile buluştukları zamanlarda, bu iki şeyi birleştirmeleri aslında kesişmeler, zıtlaşmalar, çelişkiler içinden bir sonuca giderken çok daha beklenmedik hem etkili hem de çarpıcı sonuçlar ortaya çıkarıyor. Bir tarafta başka bir şey görüyorsunuz, pratik, teknik, daha net sorular ve cevaplar; diğer tarafta sanat alanındaki tartışmalı, belirsizlik içeren subjektif yaklaşımlar olabiliyor. Bu proje zaten sanat, sinema, mühendislik, tarih, sosyoloji ve birçok farklı disiplinin ortaklaşmasından doğdu. Çalışma arkadaşlarımız bu alanlarda uzman kişiler. Ben de farklı disiplin deneyimlerinden gelen biri olarak bunun bir parçası oldum.
Bir başka yönden ise ben ilk gençlik yıllarımdan beri toplumsal mücadele alanı içerisindeyim. Sivas’la ilgili anma etkinliklerine, eylemlere gitmiş biriyim. Bu tür meseleleri hayatımda dert etmiş ve bu mücadelenin bir parçası olmuş biri olarak toplumsal mücadele alanında bir geçmişim, mücadele deneyimim var. Bu da politik bir bakış açısı edinmenizi sağlıyor. Devlet, siyaset, toplumsal mücadeleler üzerine okur-yazar olmamı sağlayan bir geçmiş bu aynı zamanda. Teori ve politikayı, pratik bir faaliyetle de birleştirme şansına sahip oldum. Mahallelerde dayanışma faaliyetleri yürüttük uzun yıllar, yoksul emekçi çocuklarına dersler verdik, kadınlarla dayanışma çalışmaları yaptık. Toplumun farklı kesimleri ne düşünür, nasıl bakar az çok kestirebileceğim dolu dolu bir geçmişim var ilk gençlik yıllarıma yayılan. Bu da bana bu projede toplumun geniş kesimlerinin penceresinden bakma imkânı sağladı.
Bilgisayar mühendisi olarak çalışırken 9 Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nde film tasarımında lisans ve yüksek lisans yaptım. Yüksek lisansım sırasında tez konum da İtalyan sinemasında geçmişle yüzleşme, faşizmle yüzleşmeydi. Anti-faşist filmler ve geçmişle yüzleşme üzerine çalıştım. Orada esas ilgilendiğim şey, faşizmle yüzleşmek için yapılan filmler sahiden toplumsal bir yüzleşme açısından doğru bir noktada duruyor mu sorusuydu. Filmler, sinematografik olarak ve film biçimi açısından eleştirel bir kopuş mu yoksa süreklilik mi ifade ediyor? Her yerde, bizim ülkemizde de mesela, “geçmişle yüzleşiyoruz, faşizmi anlatıyoruz” denilerek yapılan filmler var ama bu filmler gerçekten geçmişle yüzleşiyor mu? Nereden, nasıl bakarak yüzleşiyor? Hem politik olarak hem estetik biçim açısından. Bu konular üzerine ayrıntılı bir akademik çalışma yapmış olmak da bana çok önemli bir katkı sunmuş oldu. Adım adım hazırlanır gibi bu aşamaya geldim.
Bu proje üzerine çalışmaya başlamadan önce de belgesel sinemacıydım. Belgesellerimin bazılarında geçmiş ve bugün arasında bağlar kurarak geçmişle yüzleşme arayışı içinde olan filmler yaptım. Örneğin Hrant Dink Vakfı’nın desteklediği bir film yaptım: Portakalın Uykusu. Musa Dağı’ndan göç etmiş bir ailenin hikâyesini anlatıyor. Ermenistan’da ve Türkiye’de çektik belgeseli. Geçmişle buluşma, yüzleşme bir gündem olarak hep hayatımdaydı aslında.
Birkaç yıl önce, kızımın hastalığı nedeniyle toplumun en geniş kesimlerini dahil ettiğimiz bir kök hücre bağış kampanyası yürütmek zorunda kaldık. Yüz binlerce insanı donör olması için harekete geçirdik. O dönemde kızımın ilik nakli olması gerektiği için, tam uyumlu bir donör bulmak gerekiyordu. Yürüttüğümüz bu kampanya toplumun her kesimini istisnasız harekete geçirdi, tüm şehirlerde en az bir kez kampanya yaptık. Medya, kamu kurumları, sendikalar, odalar, siyasi partiler; toplumun her kesimi bir çocuk için umut olmak üzere, tüm ayrışma konularını bir kenara bırakıp birleşti ve donör olma çağrısı yaptı. Sanatçılar, demokratik kitle örgütleri, sendikalar, Alevi kurumları hızla harekete geçmişti zaten. Ama aynı zamanda Diyanet de kendisine bağlı tüm camilerde, yurt içinde ve yurt dışında, “Kök hücre bağışı günah değildir, donör olun” çağrısı yaptı. Toplumun her kesimini harekete geçirmek zorundaydık. Bu zorunluluk beni, bizi ortak bir dil kurmayı öğrenmeye, “Kendi çevremizin dışına nasıl çıkacağız?” sorusuna yanıt aramaya mecbur etti. Biz nasıl Yozgat’ın, Artvin’in, Hakkari’nin bir köyünden de insanların gidip donör olmasını sağlayacağız? Toplumun her kesimini nasıl dahil edeceğiz bir mücadeleye? Kök hücre bağışı kampanyası yürütürken bu coğrafyada ortak bir "iyilik" için tutum alınabileceğini gördüm. Yüz binlerce insan donör oldu ve toplumun her kesimi harekete geçti. Evet mümkün; ortak bir vicdan, ortak bir toplumsal hafıza yaratmak için de umut var. Yani hem çok şey öğrendim hem de ortak bir toplumsal vicdan, karşılıklı anlamayı mümkün kılan bir fikir birliğine dair inancım arttı.
İnanmadan insan bir işe adanmış olmuyor. Madımak Hafıza Merkezi için çalışırken bir gün o katliamı alkışlayanların torunlarının da özür dileyeceğine, “Bir daha asla,” diyeceklerine inandım.
Bu ülkede toplumun hangi kesiminden olursa olsun, aslında ortak akıl ve ortak vicdana yüzünü dönebilecek insanlar var. Bu ülkede çocuklara bir gelecek vermek, hayat kurtarmak istiyorlar. Dolayısıyla biraz buna güveniyorum, bu bana umut veren bir şey.
Madımak Katliamı Hafıza Merkezi olarak adlandırdığınız platformun yolculuğundan bahseder misin? Fikir nasıl gelişti, geliştirme aşamasında mağdur yakınları ya da diğer sivil toplum insiyatifleriyle etkileşiminiz, iletişiminiz nasıl oldu?
Bu projenin yapımcısı, Avrupa Alevi Birlikleri Konfederasyonu. Soruyu yanıtlarken Avrupa Alevi Birlikleri Konfederasyonu’nun kuruluşuna varan süreci anlatarak başlamam gerekir. Avrupa'daki Alevilerin örgütlenme süreci aslında Madımak Katliamı’ndan sonra başlıyor. Dağınık ve örgütsüz olmaktansa bir arada olma hedefi konuyor. Dolayısıyla bu bir aradalık için Madımak Katliamı önemli bir dönüm noktası diyebiliriz.
Madımak Katliamı çalışmalarının başlangıcı katliamın 29. yılında, katliama ilişkin süren iki davadan bir tanesinin zamanaşımına uğramak üzere olduğu sürece denk geldi. Aynı dönemde diğer dava da zamanaşımı riski ile karşı karşıyaydı. Genç kuşakların davaya ilgisini canlandırmak ve Madımak'ta yaşananları unutturmamak üzere bir proje yapmaya karar verildi.
Konfederasyon başlangıçta bir web sitesi, bir belgesel ve röportajlar yapmayı planlıyormuş. İsmine “Bilgi Bankası” dedikleri, yani bizim daha sonra dijital kütüphane ya da Madımak Kütüphanesi olarak adlandırdığımız, konuya dair tüm bilgileri bir araya getirdikleri ve tanıklıkları sözlü tarih çalışması ile kayıt altına aldıkları bir çalışma ve bir de belgesel yapımı varmış. Bu proje ile ilk tanıştığımda ben Sanal Müze fikrini önerdim. Projenin ilk koordinatörü başka biriydi ve bu fikri beğendi, AABK Madımak Komitesi’ne sunmayı önerdi. Sanal Müze fikrini Madımak Komitesi de beğendi. Ben projede ilk önce Kreatif Yapımcı olarak işe başladım ve temelde Sanal Müze çalışmalarını yürüttüm.
Aileler bir yandan yıllardır Madımak Oteli’nin bir utanç müzesine dönüştürülmesi için mücadele ediyorlardı fakat taleplerine hiçbir karşılık bulabilmiş değillerdi. Madımak Oteli kamulaştırılarak “Bilim ve Kültür Merkezi” adı altında bir çalışma yapıldı. Fakat devletin yaptığı bu hafızalaştırma çalışmasında orada hayatını kaybedenlerin isimlerinin yanında iki katilin de ismi vardı. Bunun karşısında bizim temennimiz oteli birebir olduğu gibi inşa etmek değil ama bir mekân hafızası da yaratmak düşüncesiydi, Sanal Müze fikri böyle ortaya çıktı. Madımak Oteli’ni 3D ortamda inşa etmek ve katledilen herkes için bir oda yaratmak, bu odalarda 33 canımıza dair öykülerle, fotoğraflarla, eşyalarla buluşmak… Sanal Müze'nin fikri buydu, dijital bir hafıza mekânı yaratmak. Konfederasyonun Madımak Komitesi’ne bu fikir üzerinden projeyi sunduk ve bunun üzerinden geliştirdik. Ben de Sanal Müze çalışmasını üstlendim ve web alanında yapılan işlerin Kreatif Direktörü olarak çalışmaya başladım. Proje başladıktan bir süre sonra ilk koordinatörümüz ayrıldı ve bana projenin genel koordinatörlüğü önerildi. Ben de Genel Koordinatör ve Sanal Müze’nin yönetmeni olarak projede çalışmayı sürdürdüm.
Proje ilk başladığında, daha çekimlere dahi başlamadan önce, Konfederasyon İstanbul’da bir toplantı organize etti ve projeyi ailelere de tanıttı. Kısa bir süre sonra da koordinatörlüğünü Şükrü Aslan’ın üstlendiği Sözlü Tarih görüşmeleri başladı. Aileleri zaten önceden yakın tanıyan Kelime Ata ve yine ailelerle daha önce de çalışmış olan Ozan Çavdar ilk temasları kurdu. Ayrıca projenin uygulayıcı yapımcısı Ali Çağan da aileleri yakından tanıyordu çünkü katliamdan sağ çıkanlardan biriydi ve o dönem Pir Sultan Abdal Kültür Derneği yönetiminde olan bir halk ozanı olduğu için tanıkları çok iyi tanıyordu. Aslında bir kar topu gibi tanıklarla kurulan temaslar büyüdü ve toplam 130 görüşme yapıldı.
Sanal Müze ile ilgili olarak ailelerle temasa geçme sürecini ben örgütlediğim için o konuda ayrıntı verebilirim. Sözlü tarih ekibi röportajlar yaparken biz de Sanal Müze için bilgi, belge toplamak üzere çalışmaya başladık. 33 canımızın her biri için sorular hazırladık, ailelerine sorduk, evlerine giderek onlara ait eşyaların 3D modellemeye uygun fotoğraflarını çektik, onların hayallerini, sevdalarını, umutlarını, sevdikleri çiçekleri, ağaçları öğrenmeye çalıştık. Tüm bu bilgi, belge ve nesnelerden yola çıkarak bunların bizde yarattığı duygu ve düşüncelerle odaları inşa etti. Odalar bitince de tüm ailelere odalarda yer alan metinleri gönderdik. Hataları düzelttiler, önerilerde bulundular. Birkaç oda hariç hemen hemen tüm ailelere odaları Zoom buluşmalarında gösterdik ve önerilerini alarak düzenlemeler yaptık.
Aslında bir önceki sorunun cevabı ile giriş yapmış olduğun, projenin eksenine koyduğunuz “Kendine ait bir oda” yaklaşımından biraz daha bahseder misin? Ne amaçladınız, ne göstermek istediniz?
33 canımızın her birinin ailesiyle temasa geçip o kişiye ait özel, kişisel eşyaların 3D modellelemesinin yapılmasını, fotoğraflar çekilmesini sağlamak, bu yolla ilk teması da kurmak. Bu sadece teknik bir iş değil aslında. Bir bağ kuruluyor o esnada. O bağ aslında aynı zamanda çalışmayı sürdürürken bize daha güçlü bilgi ve duygu ortamı sağladı. Her canımız için ailelere yöneltmek üzere özel sorular hazırladık, her birinin özgün taraflarını ortaya koymamızı sağlayacak şekilde bir çalışma geliştirdik. Çok zamanımız da yoktu ve çok kısa zamanda projeyi bitirmemiz gerekiyordu. Tek tek ailelerin evlerine, yaşadıkları şehirlere gidildi; röportajlar yapıldı. Temel amaç, herkes için bir oda yaratmak ve her birini sanki o odada hâlâ yaşıyormuş gibi anlatabilmek, gösterebilmekti. Çünkü böyle katliamlarda hayatını kaybeden insanlar aslında hep “unutulmadı, yaşıyor, ölmedi” diyerek anılır; bizler onlar yaşıyormuş duygusunu güçlendirmek isteriz gerçek hayatta da, mücadele ederken de. Karşı karşıya kaldıkları katliam olabilecek en büyük haksızlık, yaşam hakkının ellerinden alınması ve hiçbir zaman kendi adlarına konuşamayacakları bir durumun ortaya çıkması anlamına geliyor. Elbetteki aileleri, sevdikleri, anneleri, babaları, kardeşleri, çocukları onları temsil ediyor ama aslında gerçekten temsil etmiyor. Yani onlar artık kendi adlarına konuşamaz. Belki de o canımız yaşıyor olsa başka türlü düşünüyor olacaktı, kendisi için başka bir şey söyleyecekti, başka bir şey isteyecekti. Ama artık kendi adına konuşamayacak, bu hakkı elinden alındı. Dolayısıyla aslında bu gerçekliğin varlığının bilincinde, bunu unutmadan, onların aslında bugün hayatta olmasalar bile bağımsız birer birey olduğunu vurgulayan, bunu hatırlatan bir tavırla hareket etmek istedik. Çünkü aslında onları temsil eden kişilerden öte bir de onların bakışları, hayatları, duruşları vardı. Bunu anlamaya, onları tanımaya çalıştık.
Yaptığımız şey sadece ailelerden bilgi toplamak değildi. Onları tanıyan yakınları, dostları ile görüşmek; internette onlarla ilgili var olan açık kaynaklara ulaşıp oradaki bilgi ve belgeleri toplamak ve hatta onların bizzat kendi eserlerine bakmaktı. Bu kişilerle ilgili çok uzaktan tanıdıkları birinin anlattığı bir hikâye, anekdot bile aslında bir insanın çok özel bir yönünü öne çıkarabilir diyerek her izin, her anekdotun peşine düştük.
Gördüğümüz ve topladığımız her şeye bakarak herkes için bir oda yaptık. Onların hatıra nesnelerinin olduğu, onlarla ilgili hikâyelerin olduğu odalar ortaya çıkardık, modelledik. Sonra bu odalar bittiğinde ailelerin büyük çoğunluğuyla Zoom'da buluştuk ve odaları dolaştırdık. Web sitesinde de tek tek bütün odaların içinde dolaşabiliyorsunuz ve bazı nesnelerin üzerinde ikonlar var, o ikona tıkladığınız zaman bir pop-up açılıyor. O kişiler ile o nesnelerin ilişkisini de görebiliyorsunuz. Yanlış ve hatalı bir şey var mıdır diye odalarda kullandığımız bütün metinleri de bütün ailelere gönderdik ve herkesten bir hata varsa düzeltilmesini istedik. Odaları gezen, gezemeyen tüm aileler metinleri inceleyebildi. Hatta çizimler konusunda bile bu şekilde ilerledik.
Bu süreçte aklıma kazınan unutamadığım anlar da oldu. Asuman ve Yasemin Sivri’in annesi, Yeter Sivri mesela. Çocukların odalarını hiç bozmamış, her gün temizliyor, yataklarını yapıyor. İki kızını kaybetmiş Yeter Sivri. Hem çok ağır hem çok etkileyici bir durumdu bizim için. Onların odasının her şeyini koruyor olması bile başlı başına etkileyici bir durumdu. Yeter Sivri’ye, kızların abisi Yalçın Sivri ile birlikte sunum yaptık. Hani o günü asla unutamam, o Zoom buluşmasını. Biz Zoom’da sonuçta kaybettiği iki kızı için yaptığımız odaları gösteriyoruz. Onun evinde zaten onların odası duruyor bir yandan ve yani karşımızda aslında böyle dimdik heykel gibi duran bir kadın var. Gözünden bir yaş, bir damla yaş gelmiyor. Ama acısı, öfkesi çok net hissediliyor. Yine de çok büyük bir nezaketle “Şurası olmamış, burada Yasemin’e benzememiş, Yasemin’in saçı açık olsa daha iyi olurdu,” gibi yorumlar yapabilecek gücü buluyor.
Geçtiğimiz yıl web sitesini yayına aldığınızda aynı zamanda Madımak Katliamı’nın 30. yıl dönümüydü ve davanın da zamanaşımı süresinin dolduğu yıldı. Zamanaşımı meselesi ve adalet arayışının sizin çalışmanıza etkisini sormak istiyorum. Hem bu arayışın size hem de sizin bu arayışa etkiniz, etkileşiminiz nasıl oldu?
Tabii ki biz geçen yıl zamanaşımı kararından önce dijital kütüphaneye açmıştık ama davanın bir celse daha uzayacağı düşünülüyordu. Avukatların esas yaklaşımı bir celse daha olacağı yönündeydi, dolayısıyla herkesin hazırlığı da bu yöndeydi. Davada zamanaşımı kararının çıkması büyük hayal kırıklığı oldu hem bizim için hem herkes için.
Bizim zamanaşımı kararı verilen davaya bir katkımız olmadı tabii. Ama zamanaşımına uğramış olsa bile bu mücadelenin uluslararası mahkemelerde sürdürülmesine bir katkımız olacak. Çünkü burada yapılan arşiv çalışmasının ve dijitalleşmenin aslında gelecekte uluslararası mahkemelerde bu işin takipçisi olmaya yarayacağını düşünüyoruz.
Nitekim bu davaya müdahil olmuş toplam 180 avukat var. Şenal Sarıhan davanın tüm belgelerini saklamış, korumuş ve yıllarca hiç bırakmamış ana avukatlardan biri. Tüm belgeleri ondan aldık. Şenal Hanım’ın elindeki tüm belgeleri Dijital Kütüphane tarafındaki arkadaşlarımız Dijital Kütüphane’ye aktarmak için değerlendirdi. Kreatif Koordinatörlüğü Duygu Tatar üstlendi. Metin Öztürk ve Merve Fidan ile birlikte çalıştılar. Bütün o dosyalar ve detayları dijitale aktarılmış oldu.
Zamanaşımına uğrayan bu davaların esas özelliği buradaki katillerin yurt dışında yaşamaları ve genelde yaşadıkları ülkelerden Türkiye’ye iade edilmemeleri sebebiyle davalarda ilerleme kaydedilememesi. Bir sanığın Almanya’da dönercisi var mesela ve Almanya Türkiye’ye iade etmediği için dava zamanaşımına uğruyor. Dolayısıyla belki de gelecekte Almanya’da açmak gerekecek bu davaları, uluslararası mahkemelere taşımak gerekli olacak.
Diğer taraftan hukuken zamanaşımına uğramış olsa bile mücadele sürüyor. İlk yıllardaki o öfke, kitlesellik, kitlesel mücadele, sokak eylemleri eskisi gibi olmuyor belki ama her yıl 2 Temmuz’da Sivas’ta gerçekleştirilen eylemler hala çok geniş kitlelerin katılımıyla oluyor. “Biz buradayız, gitmedik ve bunu unutmayacağız, unutturmayacağız” demenin en somut ifadesi bu anmalar. Projenin de bunu daha geniş bir kitleye taşıdığını, artık 2 Temmuz eylemlerinin daha kalabalık olacağını düşünüyorum.
Zamanaşımı meselesinin şöyle bir yönü var: Artık ne için mücadele edeceğiz? Şimdi ne yapacağız? Dava devlet nezdinde bitmiş olabilir ama aslında hayır, davamız sürüyor ve bu bizim davamız. Gelecek kuşaklara bunu kim, nasıl anlatacak? Bizim buradaki esas katkımız, bizim gibi işler yapan herkesin, toplumsal hafızanın diri tutulmasını sağlamak ve bu mücadelenin aynı zamanda ortak bir toplumsal vicdan, ortak bir toplumsal bakış açısı yaratmaya dönük bir mücadeleye dönüşmesini sağlayacak zemini yaratmak.
Bu ülkede bugün bir şey değişecekse, gelecekte bir demokratikleşme olacaksa bunun aslında geçmişle yüzleşmeden olması mümkün değil. Bu ülkede kendini güvende hissederek bir gelecek inşa etme ferahlığı ancak geçmişle yüzleşebilen ortak vicdanla, ortak bir toplumsal hafızayla mümkün.
Projenin başlangıcından bahsederken konusu geçmişti, devlet Madımak Oteli’nde Sivas Bilim ve Kültür Merkezi isimli bir hafızalaştırma çalışması yaptı. Hem genel bir yerden devletin hafıza politikasıyla ilgili düşüncelerini sormak istiyorum hem de sizin dijital alana geçmenizde bu çalışmanın, alanı kullanamamanın, etkisi oldu mu?
Eğer ki Sivas’taki Madımak Oteli bir utanç müzesine, bir toplumsal yüzleşme alanına dönüştürülseydi, ki talep edilen ve olması gereken buydu; Türkiye Cumhuriyeti Devleti de geçmişle toplumun yüzleşmesi adına, hayatını kaybedenlerin ailelerinden ve tüm Alevi toplumundan, tüm Türkiye toplumundan aynı zamanda özür dilemiş olsaydı bile aslında oradaki müzenin dünyanın her yerinden herkesin görebilmesi için dijital ortama taşınması yerinde olurdu. Bunun insanlığın hafızasındaki yerine dair de bir sorumluluk vardı. Bu yaşananları dünyaya anlatmanın bir yolu olarak sanal ortama her türlü ihtiyacımız olacaktı. Tabii bunun yanı sıra, arşivin tutulması ve dijitalleşmesi çok önemli bir şey, kaybolmaması açısından da. Arşiv konusu bizim yaşadığımız coğrafyada çok önemsenen bir konu da olmadığı için, geçmişte kaybedilen de çok fazla şey var, artık bütün bu arşivlerin dijitalleşmesi ve geleceği taşınması çok değerli.
Özellikle Türkiye’de zaten ağır insan hakları ihlalleriyle ilgili bir hafızalaştırma çalışması yapılıyorsa bu genelde devlet tarafından değil karşı hafıza olarak bireysel ya da inisiyatif girişimleri ile oluyor. Genel olarak hem bu karşı hafıza ve bu alternatif hafıza çalışmaları hakkında ne düşünüyorsun? Hem de yayında olduğunuz bu bir yıldır etkiniz nasıl oldu? Sitenin etkileşimi beklediğiniz gibi oldu mu?
İlk olarak Dijital Kütüphane bölümü açıldı ve çok yoğun bir etkileşim oldu. Sanal Müze de yine çok etkili oldu ve çok farklı kesimlerin ilgilenmesini sağladı. Yine Web Belgesel, Belgesel her biri çok ciddi bir etki yarattı. Beklediğimizin üstünde bir etkileşim aldık.
Hiç unutmuyorum projenin ilk taslağını Avrupa Alevi Birlikleri Konfederasyonu Madımak Komitesi’ne sunarken “Sanal Müze yapacağız, gökyüzüne bir web anıt dikeceğiz,” demiştik. Gökyüzüne bir anıt dikeceğiz, dünyanın her yerinden bakan herkes görecek. Gerçekten de dünyanın her yerinden bakan herkesin görebileceği bir iş yapmış olduk. Ama yine de ne zaman yüz yüze gösterimler başladı, o zaman gerçekten bunun sonuçlarını ve etkisini görmeye başladık. Sanal Müze’nin biz 50 dakikalık küçük bir filmini yaptık. Hani 33 kişi olduğu için herkese bir buçuk dakika ayırarak... Bunun da gösterimi yapıldı ve oradaki etkileşim, oradaki duygu, oradaki bir arada olma hali, bambaşkaydı.
Sürekli performans çalışması yaptık. Düzeltmeler, düzenlemeler yaptık. O yüzden yazılım ekibinde birlikte çalıştığımız arkadaşlar da, burada isimlerini de anmış olalım hem İlker hem Yusuf, gerçekten çok emek verdiler. Sonuçta bu proje özgün özel bir proje aynı zamanda. Normalde bu tür teknolojileri çok iyi bilen, çok iyi kullanılan insanlar genelde çok büyük şirketlerde yani çok yüksek ücretlere çalışıyorlar ve böyle projelerle buluşamıyorlar. Bizim yazılım ekibimiz, çok nitelikli bir yazılım ekibi. Gerçekten onlar için de kanayan bir yara olan bu konuyu uzmanlık alanları ile birlikte böyle bir projede değerlendirdiler. Bu çalışma, teknolojiyle toplumsal bir mücadeleyi buluşturan bir bağ oldu. Bunu aslında daha çok yapmak mümkün.