"Hafıza ve Gençlik" projesi üçüncü dönem katılımcılarından Serhat Alan, hafıza mekanları kavramını tarihsel ve toplumsal bağlamda derinlemesine inceleyen bir yazı hazırladı. Alan, hafıza mekanlarının yalnızca hatırlama süreçlerine katkıda bulunan fiziki yapılar olarak değil, aynı zamanda hafızanın oluştuğu, inşa edildiği ve toplumsal belleği şekillendirdiği dinamik yapılar olarak ele alınması gerektiğini vurguluyor. Yazıda, hafıza mekanlarının geçmişle sınırlandırılmasının, günümüzle olan bağlantılarını zayıflatabileceği ve toplumsal hafızanın sürekli gelişen dinamiklerini aktarmada yetersiz kalabileceği öne sürülüyor. Alan, bu mekanların unutulmuş ya da sessizleştirilmiş tarihsel olayları hatırlatarak demokratik bir tarih anlatısının inşasına nasıl katkıda bulunduğunu detaylandırıyor. Ayrıca bu yazıda, Sur örneği üzerinden çatışma, zorunlu göç ve insan hakları ihlalleri gibi olayların hafızalaştırılmasının, toplumsal barış ve onarıcı adaletin tesisindeki rolü irdelenirken, animasyon/belgesel türünde üretilen “Kavil: Yıkıntılar Arasında” filmi bu sürecin güçlü bir örneği olarak ele alınmaktadır.
Hafıza mekanları, yalnızca anımsadığımız şeyler ya da unutmanın önüne geçen her türlü maddi ve fikri ortam, ritüel ya da materyalden ibaret değildir. Bunların yanında hafızanın ortaya çıktığı, oluştuğu yerlerdir. Bu bağlamda hafıza mekanları hem unutmanın önüne geçen, hafızayı canlı tutan maddi bir yapıya sahipken hem de unutulmaması, hafıza haline gelmesi gereken olay ve olguları ortaya çıkaran duygusal, içsel vb. bir bütünselliği barındıran yapılardır. Bunların yanında hafıza mekanlarını geçmişle sınırlandırmak, günümüzle bağlantılarını kopartma; hafızanın kısıtlı bir zamansal aralığına sıkıştırılmasından kaynaklı olarak sürekli olarak üst üste konularak inşa edilen dinamiklerini ve bireysel/toplumsal etkilerini yeterince aktaramama risklerini beraberinde getireceğinden doğru bir metod değildir. Hafıza mekanları dışında hafızlaştırma açısından kritik bir diğer metod ise çatışmayı ve ağır insan hakları ihlallerini kayıt altına almaktır. Çatışma, yıkım ve ağır insan hakları ihlalleri hem bireysel hem toplumsal hafızamızda derin izler bırakır. Bunların unutulmaması yani hafızalaştırılması mağdurların yaşadıklarının belgelenmesi, onurlu toplumsal bir barışın ve onarıcı bir adaletin tesis edilmesi açısından önemli bir rol oynar. Bu bağlamda, çatışma ve yıkım süreçlerinin doğrudan kayıt altına alınarak hafızalaştırılması, resmi tarihe karşı alternatif bir tarih ortaya koyarak, tarihi anlatıların demokratikleşmesi ve sessizleştirilen tarihi olayların geniş kitlelere ulaştırılması adına önemli bir görev üstlenir.
Türkiye’de 1990’lardaki köy boşaltmaları ile köyleri yakılıp zorla yerinden edilerek göçe zorlanan insanların geldiği Sur, kolektif yaşama tarihi açısından önemli bir örnek haline gelmiştir. Kadınlar, sokaklara kilim sererek ya da tandır başlarında yemek yaparak ve sohbet ederek derdini ve deneyimlerini paylaşmakta ve dayanışmaktadır. Aynı zamanda birlikte politik bir kimlik oluşturarak oy verip iradesini göstermektedirler. Sur, bu yönleriyle bir hafıza mekanı örneğidir. Sur; Ağustos 2015’ten Ağustos 2017’ye kadar süren gün boyu sokağa çıkma yasakları ve gerçekleştirilen çatışmalarda ağır insan hakları ihlallerine tanıklık etti. Sur’un kendisini tam da bu noktada yalnızca tanıklık etmekle sınırlandırmak, kenti ve onunla birlikte iç içe geçmiş bir yaşama, hafızaya sahip olan kültürü edilgenleştirmek anlamı taşıyacağından bu yorum gerçekçi olmaz. Sur bir insani ve mekansal yıkıma maruz kaldı. Gerçekleştirilen yıkım ve çatışma sürecini kayıt altına alan animasyon/belgesel film “Kavil: Yıkıntılar Arasında” da çatışmayı ve ağır insan hakkı ihlallerini hafızalaştırma örneği olarak ele alınabilir.
Filmde Feyyaz Duman’ın seslendirdiği Lal adındaki ana karakter, “söyleyecek bu kadar çok şeyim olmasına rağmen adımın Lal olması tuhaf” diyor. Hepimiz sessizliğe boğulmamış mıydık? Acının o en derin noktasında, sanki dile getirmek istediğimiz her kelime boğazımıza düğümlenmiş, içimizde yankılanan çığlıklar hiç var olmamış gibi sessizliğe mahkum edilmemiş miydik? Bunları düşünürken yine Lal’ın “Bugünleri unutmadan yaşayamayız ama bu günleri unutarak hiç yaşayamayız.” sözleri yankılanıyor. Bu söz hem çatışma ve yıkımın yarattığı travmanın derinliğini hem de toplumsal hafızada yer edinmiş bir mekanın ve o mekanda yaşayan insanların deneyimlediği insan hakları ihlallerini ve yıkımı görmemiz gerekliliğini, hafızasız yaşayamayacağımızı çok net gösterip, tanıklık etmeye çağırıyor.
Kavil: Yıkıntılar Arasında, Basklı şair Joseba Sarrionandia’nın hem hayat hikâyesinden hem de eserlerinden esinlenerek hazırlanan “Gure Oroitzapenak-Hatıralarımız” adlı bir grup-filminin parçası olarak çekildi. 12 kısa filmin 12 yönetmen tarafından çekileceği bu projeye katılan Özcan Alper, filmi Sur’da, “Gelecek Uzun Sürer” filminin de geçtiği dar sokaklarda, Kürtçe çekmek istedi. Bask ve Kürt halkları arasındaki benzerlikleri bilen Joseba Sarrionandia öneriyi kabul etti. Özcan Alper, filmi çekmek üzere Diyarbakır’a geldiğinde Sur’daki 6 mahalle abluka altındaydı ve çatışmaların yakın bir zamanda sonlanmayacağı açıktı. Bunun üzerine Yönetmen Alper, abluka altındaki şehirlerde çekilmiş fotoğrafları kullanarak filmi animasyon türünde hazırlamaya karar verdi. Senaryosu yönetmen Özcan Alper ve yazar Murat Özyaşar tarafından yazılan filmin yönetmenliğini Vrej Kassouny ve Özcan Alper yaptı. Filmin yapımcılığını ise Nar Film üstlendi. “Kavil: Yıkıntılar Arasında” dünya prömiyerini 66. San Sebastian Film Festivali’nde yaptı. Filmde, Dicle Haber Ajansı ve Nar Photos arşivlerinin yanı sıra anonim kişiler tarafından çekilmiş fotoğraflardan da yararlanıldı. Bu fotoğraflar aslında, o dönem abluka altındaki şehirlerde yaşanan durum hakkında ana akım medyadan güvenilir bilgi ve haber alamayan vatandaşların aktif bir şekilde kullandıkları sosyal medya mecralarında çok fazla dolaşıma girmiş olan kareler. Yaklaşık 1000 kareden oluşan bir fotoğraf arşivinden seçilen 100’e yakın görsel, suluboya resim tekniğiyle dönüştürülüp animasyonda kullanılıyor.
Filmin abluka altındaki şehirlerde çekilmiş fotoğrafları kullanarak animasyon haline getirilmesi hafızalaştırma alanında özellikle son dönemlerde uluslararası ve yerel deneyimlerde sık kullanılan bir metod olarak karşımıza çıkıyor. Uluslararası örnekler arasında Forensic Architecture (FA) ve Forensis işbirliğinde adli bir canlandırma olarak oluşturulan “Fire in Moria Refugee Camp” (Moria Mülteci Kampındaki Yangın)’ın dijital canlandırması ile Legal Centre Lesvos (LCL) tarafından Avrupa’ya ulaşmaya çalışan yaklaşık 200 kişinin sınırdışı edilmesi ile sonuçlanan olayların canlandırmasını üretmek için kurduğu bağımsız bir araştırma ekibi tarafından oluşturulan “Göçmenlerin Yunanistan’dan Türkiye’ye Kitlesel Geri İtilmesinin Dijital Canlandırması” var.
Yerelde ise yine Forensic Architecture (FA) tarafından, “Kavil: Yıkıntılar Arasında”nın da hafızalaştırdığı yıkım sürecinde Diyarbakır’ın Sur ilçesi’nde bulunan Dört Ayaklı Minare’nin zarar görmesine karşı Dört Ayaklı Minare önünde düzenlenen basın açıklaması sırasında saldırıya uğrayarak katledilen Amed Barosu Başkanı Av. Tahir Elçi’nin öldürülmesine dair hazırladığı canlandırma videosu örnek olarak gösterilebilir. Her ne kadar sayılan örnekler doğrudan bir animasyon olarak kabul edilmese de özellikle hafızalaştırma alanında karşı karşıya kalınan kısıtlamalara karşı yaşananları doğrudan aktarmaya çalışan örnekler olması bakımından oldukça benzer olduğu iddia edilebilir. Ayrıca, bu canlandırma metodu, devletler tarafından karartılan, erişimi engellenen ya da dezenformasyon oluşturmayla yayılan yanlış bilgiler arasında görünmez kılınan hakikate ve doğru bilgiye erişimi gerçekleştirmek için kullanılabilecek bir araçtır. Bu yöntem, alternatif hafıza oluşturabilmek adına teknolojileri nasıl hak temelli olarak kullanabileceğimizi gösteren bir özelliğe de sahiptir. Bu açılardan bakıldığında, önemli bir alan açmaktadır.
Kavil: Yıkıntılar Arasında belgeselinde Lal’ın şu tanıklığı ve sözleri izleyicilerin de kendisine sorduğu ve tanıklık ettiği bir hal alıyor: “Eşyalarını sırtlayıp geçmişini terk edenlere, çırılçıplak soyularak esir alınmış insanlara, öfkeli ve soran gözlerle eli silahlı adamlara bakan kadına ilişirken gözleri, ‘Ben kimin şahidiyim’ diyor.” Bu projenin gerçekleştirdiği en kritik şey tanıklık etmemizi sağlamasıdır. Tıpkı ABD’nin Vietnam’da işlediği suçlara karşı Bertrand Russell’ın öncülüğünde kurulan Russell Mahkemesi’nde söylediği gibi “Bizler yargıç değiliz. Bizler tanığız. Görevimiz insanoğlunun bu korkunç suçların tanıklığını üstlenmesini sağlamak.” Tam da çatışmaların gerçekleştiği bir zamanda yapılan bu hafızalaştırma, çatışmanın kendisini bitirmeye yönelik müdahaleyi yapabilecek araçlara erişimi olmayan bir çerçevede gerçekleşir. Aynı zamanda, çatışma ve yıkım sürecinde işlenen insanlığa karşı suçları soruşturacak ya da yargılayacak bir konumda değildir. Ancak, asli görevi olan devlet yapılanmasının bu suçların üstünü örtmesini engelleyen bir alana sahiptir.
Bundan da önemlisi sivillerin, hayatta kalanların kendilerine yapılan zulmü gösterdiği fotoğraflarla toplumun tüm yaşananlara tanıklık ederek yıkımı durdurma sorumluluğunu üstlenmesi fırsatı sunuyor. Belgeselin kendisi her ne kadar 12 dakika gibi kısa süreli bir hafızalaştırma olsa da Sur’da yaşananların izinde bir felaketin nasıl anlatılabileceğine dair birçok soruya dokunuyor. Gerçek tanıklık ne denli mümkün? Acılar henüz taptazeyken hafıza nasıl oluşturulur? Dil nasıl kurulmalıdır? Zulüm nasıl anlatılır? Ya da nasıl anlatmaktan aciz kalınır? Acının ifade edilemezliği, duygunun kişisel derinliği, o hisle özdeşleşmenin ve empatinin evrenselliği ile buluşuyor. Yani Kavil yalnızca bir hafıza mekanı olan Sur’da yaşanan çatışma ve yıkımı hafızalaştırmıyor. Bunun ötesine geçerek hafızalaştırmayı nasıl çok boyutlu olarak ele alabileceğimizi gösteriyor. Ya da belgesel yönetmeni Alper’in de “O kadar olgularla uğraşmak zorundayız ki, o olgulardan kurtulup içsel meselelere çok fazla gelemiyoruz” sözleriyle ifade ettiği gibi ölümler, çatışanlar, bombalarla delik deşik edilmiş evler, göç edenler, silah ve bomba sesleri, abluka, ağır insan hakları gibi daha nesnel olgulara odaklandığımız çatışma ve yıkım dönemlerinde içsel yansımaların da bir hafızalaştırma alanı olduğunu hatırlatarak gün yüzüne çıkarıyor.
Bu hafızalaştırmada kullanılan animasyon/belgesel metodu için ulaşılan fotoğraflar o dönemde ana akım medyada güvenilir bir bilgi alamayan insanların sosyal medya üzerinden aktif bir biçimde yaygılaştırılan kareler. Çatışma döneminde görsellerin bu denli yaygın kullanımı ilk başlarda kolektif bir hafıza inşasına katkı sunsa da süreç ilerledikçe apaçık bir çıplaklıkla şiddeti deneyimleyen hayatta kalanların duygularında bir hissizleşmeye sebep olabiliyor. Bu hissizleşme travmayla başa çıkma metodu olarak ortaya çıksa bile hissizleşmenin kendisiyle de başa çıkma süreci hızlı bir unutma olarak yaşanabiliyor. Belgesel karakteri Lal’ın da “Her şeyi unutmak için daha sesli konuşuyorum” sözleri aslında bu sürecin bir yansıması olarak aktarılıyor. Tam da bu unutma ve hissizleşmeyi engellemek için gerçeği sanatsal bir yansımayla Kavil’de ortaya konulması uzun erimli bir hafıza yaratma çabası olduğunu gösteriyor. Bu çaba özellikle hafızalaştırma alanında yalnızca hatırlamayı ele alan üretimler ortaya konulmasının aksine unutulma kısmını da gören, sadece tüketmenin önemli olmadığını “neyi, nasıl unutuyoruz?” ve “bu unutmayla nasıl baş edebiliriz?; unutmayı nasıl dahil edebiliriz?” sorularını da ortaya koyması açısından oldukça önemli ve alan açıcı bir perspektif sunuyor.
Kavil’in bir diğer kritik özelliği yaşanılan yıkımı ve çatışmayı daha gerçekleşirken kayıt altına alıyor olması. Bu açıdan değerlendirildiğinde hafıza çalışmalarının uzak sayılan geçmişe yöneldiği yanılgısının aksine yaşananları en taze haliyle aktarabiliyor... Bu sayede, hem hafızanın silinmesi riskine karşı aktarılabilir geniş bir hafıza oluşturuyor hem de olayla, yıkımı deneyimleyen öznelerin yaşantısına dair bağ kurulabilir, maddi ve duygusal açıdan hissedilebilir bir empati alanı açıyor. Kısacası neyin yok edildiğini daha net görme fırsatı bulabiliyoruz. Yukarıda da bahsettiğim üzere çatışma ve yıkım gerçekleştiği andan sonra alınan kayıtlara bakıldığında maddenin tabiatı gereği daha kısıtlı perspektifleri görebiliyoruz. Lakin tam da yıkım gerçekleşirken kayıt altına alınmaya başlandığında daha çok boyutlu bakma fırsatı bulabiliyoruz. Belgeselde bu çok boyutlu bakabilmeyi çatışmanın göçü ve mülksüzleştirmeyi nasıl tetiklediğine; yalnızca insan yaşamı için değil diğer türler ve kültürel miras için olumsuz sonuçlar doğurduğuna; öfke, umut, hüzün gibi duyguları aynı anda yaşadığımız bir içsel hafızadan “Ben kimin şahidiyim” diye sorduğu soruyla farklı tanıklıklar olabileceği gibi birçok yerden fark edebiliyoruz.
Alper’in de belgeselle ilgili yaptığı bir röportajda değindiği gibi arşivlerin yetersiz olduğu Türkiye gibi bir ülkede karşı hafıza alanının genişlemesi gerekiyor. Kavil tam da bu genişleme girişimlerinden biri olduğu için daha da önemli hale geliyor. Lakin sadece genişlemeye katkı sunduğu için değil bu katkıyı sunarken dışarıda olma halinin bir dezavantaj olmadığını gösterdiği için önemli bir örnek. Kavil, 12 dakikalık kısa bir belgesel olarak büyük bir zaman aralığında deneyimlenen bir gerçekliği tümüyle aktarma, Sur’daki insanlarla özdeşlik kurma iddiası taşımıyor. “Biz ne kadar hissetsek de anlamaya çalışsak da içeride değildik” diyor Alper. Bu iddiaları taşımamasının 2 önemli etkisi var. İlki Sur’daki çatışmayı yaşayan kişilerin deneyimlerinin özdeşlik kurdurmaya çalıştığımız tüketici kitlesinin deneyimleri arasında görünmez kılma riskini azaltan ama kayıtsız da kalınamayacak bir empati alanı açması. Bir diğeri ise gerçekliğin kendisini bir kurmacaya aktarmak amacıyla yapılan süzme ve azaltma sayesinde insanlara bir perspektif sunabilmesi.
Tüm bunların dışında dikkat edilmesi gereken birkaç detaya da değinmek gerekiyor. Kavil bir perspektif sunarak birçok farklı olaya bakabileceğimiz bir pencere sunmasının yanında aynı çatı süreç altında gerçekleşmiş ayrı ayrı ele alınması gereken birçok olayı bütünselleştiren bir yapıya sahip. Bu kısmı somutlaştırmak daha sağlıklı olacaktır. Belgeselin bir bölümü şu şekilde ilerliyor:
“Gözlerini toprağıma kapayanlar var” diyor Lal, kanlar içinde yatan Taybet Ana’nın gözlerini avuçlarıyla örterken. Ve ayakları iple bağlanmış Dört Ayaklı minarenin yanına uzanmış Tahir Elçi’nin son sözleri yankılanıyor: “Birçok medeniyete beşiklik etmiş bu kadim bölgede, silah, çatışma, operasyon istemiyoruz.”
Bu bölümde, Taybet Ana'nın (Taybet İnan) ve Tahir Elçi'nin katledilmesi süreci ya da Dört Ayaklı Minare'nin uğradığı tahribatın kendisi, başlı başına bir hafızalaştırma çalışması olarak değerlendirilebilir. Özellikle bu tür olaylara yönelik daha geniş kapsamlı hafızalaştırma projeleri, bazen bu olayların tamamen hafızalaştırılmama riskiyle karşılaşabilir. Bu durumun nedeni sadece daha geniş projelerin varlığı değildir; bütçe kısıtları veya Türkiye gibi ülkelerde hafızalaştırılması gereken birçok olay, yer ve olgunun bulunması ve bunlar arasında bir tercih yapılmak zorunda kalınması gibi faktörler de etkili olabilir. Ancak, bir hafızalaştırma projesinde belirli olayların ele alınmış olması, bu olaylar hakkında başka projelerin yapılmasını engellemez. Bu nedenle, her olayın yeterince hafızalaştırıldığını varsaymak yerine, her bir olay için bağımsız ve detaylı hafızalaştırma çalışmaları yapılması daha sağlıklı olur. Buradaki iddia kesinlikle Kavil’in sonraki hafızalaştırma çalışmalarının alanını daralttığı gibi doğrudan ve kasti oluşan etkiler yaratması üzerine değil aksine ortaya konulan projelerin dolaylı etkilerini görerek kolektif bir toplumsal hafıza alanı oluşturmaya çalışırken alternatif arşiv ürünlerinin yeterli olmadığının bilinciyle daha fazla motive olmamız gerekliliğine yöneliktir. Buradan hareketle Kavil’in değindiği Taybet Ana’nın katledilmesiyle ilgili spesifik olarak hazırlanmış “7 Roj 7 Şev/7 Gün 7 Gece” filmi de bu bakışla üretilmiş ve Kavil ile birlikte bütünleştirici olarak yorumlanabilecek bir hafızalaştırma projesidir.
Aklımıza düşmesi gereken bir diğer detay ise hafızanın kısıtlı bir zaman aralığına sıkıştırılmaması gerektiğidir. Alper, Kavil belgeseliyle çatışmayı ve yıkımı daha gerçekleşirken kayıt altına almasıyla çok iyi bir iş ortaya koyduğu aşikar. Burada ise göz önünde bulundurulması gereken şey ise Alper’in de bir röportajında dediği gibi tamamlanmış bir şey değil Kavil. Sur’da kayıt altına alınan çatışma ve yıkımın başlangıcı olabilir lakin yaşanılanlar bununla sınırlı değil. Fiziki çatışmanın kendisi sona ermiş olsa dahi etkilerini hafıza alanında da hissettiğimiz özel savaş politikaları Sur’da ve Kürdistan coğrafyasının her yerinde sürüyor. Fiziki çatışma bittikten sonra Sur’da yaşayan insanlara dayatılan Toki evleri ile tek tipleşme ve bireycilik aşılanması kolektif bir hafıza mekanı olan Sur’un devlet tarafından farklı araçlarla nasıl yıkıma uğratmaya devam ettiğini; devlet yıkımı sonrasında neo-liberal politikalar ve öznelerle hafızanın nasıl silindiğini örtbas etmek için medya eliyle bu silinmenin güzellendiğini (bkz. Deutsche Welle - Diyarbakır sokaklarının rengarenk değişimi) görmek oldukça kritik. Bunu yapabilmek için de hafızayı ya da hafızalaştırılan süreçleri bir zamansal aralığa sıkıştırma yanılgısına düşmeden ilerlememiz gerekiyor.
Yukarıda bahsettiğim Deutsche Welle örneği veya Ahmet Güneştekin’in “Hafıza Odası” sergisi gibi örneklere yönelik eleştiriler beraberinde bu örneklerin bir bellek mi oluşturmakta yoksa hafızasızlaştırmaya mı hizmet ettiği sorusunu getiriyor. Bu tartışma Kavil’le ilgili bir değerlendirme barındırmadığı için girmeyeceğim ama merak edenler için tartışmaya dair bir yazıyı buraya bırakıyorum.
Yararlanılan Kaynaklar:
Birikim Dergisi (2021), Henüz Yaşanmakta Olan Tarihsel Sürecin Anlatısı Kurulabilir mi?
Gazete Duvar (2019), Yıkıntılar Arasında: Kara harfler, eve dönemeyenler ve Sur…
Kıraathane (2019), Yıkıntılar Arasında: Bugünleri Unutarak Yaşayamayız.
Memorialize Turkey, Kavil: Yıkıntılar arasında.
Meydan (2018), Taybet Ana İçin Yapılan "Yedi Gün Yedi Gece" Filmine Ödül.