Türkiye'de ekonomik, siyasi ve toplumsal açıdan derin dönüşümlere tanık olduğumuz 1960 ile 1980 yılları arasında siyasetteki en önemli olgulardan birisi etkin bir siyasal güç olarak ordunun varlığı ve bu varlığın bir sonucu olarak yaşanan darbelerdi. Etkileri bugün hukuki ve toplumsal anlamda hala sürmekte olan 1980 Askeri Darbesine ilişkin yapılan tek hafızalaştırma çalışması olan Tarihsel Adalet için Bellek Müzesi temelde bir web sayfası ve dijital arşivlerden oluşuyor. Merve Bakdur, proje ekibinden müzenin konsept yaratıcısı ve yürütücü direktörü Eylem Delikanlı ve müze direktörü Aylin Tekiner ile gerçekleştirdiği söyleşide müzenin bu yolculuğa nasıl başladığını, nasıl kavramlar üzerine temellendirildiğini ve ne gibi zorluklarla karşılaştığını konuştu.
Bize kendinizi ve Tarihsel Adalet için Bellek Müzesi’ni tanır mısınız? ‘Tarihsel adalet’ ile ne anlatmak istiyorsunuz? Müzenin bu terminolojiyle ilişkisini nasıl kuruyorsunuz?
Eylem Delikanlı: 2021'in Ocak ayından beri müzenin konsept yaratıcısı ve yürütücü direktörüyüm. Müzenin yönetici ekibinde benimle birlikte müze direktörü Aylin Tekiner, hukuk çalışmalarını yürüten Hülya Deveci ve iletişim çalışmalarını yürüten Özlem Delikanlı var. Aslında, Tarihsel Adalet için “Bellek Müzesi” akademik çalışmalarımızdan ortaya çıktı. Ben, uzun zamandan beridir, 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi ile ilgili sözlü tarih alanında çalışıyorum. Ekibimizin diğer direktörleri de kendi çalışma alanlarında, 12 Eylül’e odaklanarak çalışıyorlar. Columbia Üniversitesi’nde bir tez olarak ortaya çıkan ve aynı okulda dijital müze formunda hazırladığım bu çalışma, bugünkü yönetici grupla ve çalışmaya dönemsel olarak katılan ekiplerle birlikte şekillenip Tarihsel Adalet için “Bellek Müzesi”’ni oluşturdu.
Çalışmamız 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi’ne dair Türkiye'nin ilk dijital müzesi ve insan hakları arşivi. Dijital olmasının en önemli sebebi, müzenin kısa vadede fiziki bir mekâna kavuşamayacak olmasına dair öngörümüz ve bu temelde geliştirdiğimiz bir stratejiyle yola çıkmamızdı. Bunun sonucunda dijital platformda olmak hem bize, hem de teknik açıdan sağladığı kolaylıklarla yeni bilgi üretimlerine alan açıp, bu bilginin İngilizce - Türkçe olarak iki dilde kamuyla paylaşılmasını kolaylaştırmış oldu.
‘Tarihsel adalet’ kavramına gelince; bütün bu süreçte işin teorisine ilişkin dayandığımız önemli kavramlardan bir tanesidir. Çıkış noktasını ise, özellikle 12 Eylül meselesi düşünüldüğünde, hukuki süreçlerin ya da hukuksal araçların herhangi bir sonuç vermemesi oluşturuyor. Türkiye özelinde bu dönemle ilgili hukuki olarak hesap sorulamaması meselesine, “Bunu, ‘tarihsel adalet’ kavramını kullanarak bir hesap sorma pratiğine dönüştürebilir miyiz?” sorusu etrafında çözümler bulmaya yöneldik. Dolayısıyla tarihsel adalet kavramına, tarihsel bir dönemden diğerine bağ kurup hafızalaştırma çalışması yaparak, geçmişle yüzleşme, bu süreçten hesap sorma, sorumluları ve bellek mekanlarını işaretleme, veri tabanlarımız ve insan hakları arşivimiz çerçevesinde bunların dokümantasyonunu, analizini yapma ve ortaya çıkarma meselesi olarak bakıyoruz. Kavramın işlerlik kazanabiliyor olmasını, bunun ekseninde büyüyen bir arşivin ve müzenin inşasını kıymetli bulduk. Bu; hem aile hikayelerimizden yola çıkarak aşağıdan yukarı örgütlenen bir süreç, hem de başka bir halka olarak toplumun bu meseleye bakışını irdelediğimiz ve kolektif bir üretimi hedeflediğimiz bir süreç.
Aylin Tekiner: “Bellek Müzesi” ekibini bir araya getirme aşamasından itibaren sürecin içindeyim. Ağırlıklı olarak arşiv araştırması ve edindiğimiz belge türlerini müze arşivine işleme aşamasında, dava dosyaları, bellek nesneleri ve adalet arayışı koleksiyonları çalışmasını yürütüyorum. Farklı formasyonlardan gelen aile hikayelerimizden de eklemlendiğimiz bir ekip olmakla beraber, birlikte düşünme yolunu seçen ve kolektif üreten de bir ekibiz. Bizim için bu kolektivite başından bu yana bildiklerimize çok şey eklediğimiz bir öğrenme süreci oldu ve böyle de devam etmesini temenni ediyoruz.
Türkiye’deki sivil toplum hareketi, yüzleşme pratiklerini ve onarıcı adalet kavramlarını tartışıyor olsa da bu mekanizmaları mümkün kılacak araçlar olgunlaşmadan yol almak bir hayli güç. Tam da burada, Eylem’in sözünü ettiği tarihsel adalet kavramı bizlere önemli bir mücadele zemini sunuyor. Müze çalışmamız; insanlığa karşı işlenmiş suçların, dolayısıyla devlet sırrı, zamanaşımı ya da cezasızlık gibi zor meselelerin üzerine bir alan inşa etmenin ve “geçmişi” gömülü olduğu yerden çıkarmanın yanı sıra geleceğe dair bir umut ve çabayı da barındırıyor. “Geçmiş Bugündür” dememizin bir nedeni de budur.
Yurtdışındaki örneklerle, özellikle Güney Amerika’daki benzer çalışmalarla etkileşiminiz ve ilişkilenmeleriniz nasıl oldu?
Eylem Delikanlı: “Bellek Müzesi”'nin çalışması dahilinde değil ama “Müşterekler Üniversitesi” adı altında yürüttüğümüz başka bir bellek çalışmasında, Şili'deki ve Arjantin'deki bellek müzeleri ile yürüttüğümüz bir ön rapor çalışması vardı. Bu ön raporda, üç ülkenin hem tarihsel süreçlerini hem de darbelerin gerçekleştirilme şekli ve darbelerin sonrası açısından benzerliklerini ya da farklılıklarını anlamak, karşılıklı işbirliği yaratmak ve çalışabileceğimiz bölümleri tespit etmek için bir başlangıç yaptık. Ön rapor, her ülkenin kendi tarihsel sürecini kompakt bir şekilde aktardığımız bir çalışma oldu. Sonraki adımları hala şekillendirme aşamasındayız. Tabii ki bu üç ülke açısından süreçler farklı işledi ve işliyor. Nitekim yüzleşme süreçleri de oldukça farklı yönlere evrilmiş durumda. Birbirimizden öğreneceğimiz çok şey var. Hak savunuculuğu ve yüzleşme pratikleri anlamında, tarihsel adalet anlamında, sözlü tarih alanlarında da bu süreçlerin etkilerinin farklı düzlemlere nasıl yansıdığını anlamaya çalışıyoruz. Nerelerde ilerleme kaydedildiği, yüzleşme ve hesap sorma pratiklerinin nerelerde tökezlediğini tartışabileceğimiz temel noktaları tespit etmeye çalışıyoruz. Bu sene itibarıyla yine Şili'deki Hafıza ve İnsan Hakları Müzesi ve “Bellek Müzesi”’nin birlikte çalışmalarını sağlamak üzere çalışıyoruz.
Peki neden ‘müze’? İlk soruda biraz giriş yapmıştınız. Müzenin dijital ortamda üretilmesi fikri nereden çıktı?
Eylem Delikanlı: İstediğimiz mekânları, kısa süre içerisinde işaretleyemeyeceğimiz ve onları bir müzeye dönüştüremeyeceğimiz için bu müzeyi neden dijital ortamda inşa etmiyoruz diye yola çıktık. Dolayısıyla, Aylin’in biraz önce bahsettiği gibi, bellek nesneleri, dava dosyaları gibi koleksiyonların yanı sıra sözlü tarih ve adalet arayışı da eklendiğinde dört ayaklı bir daimi koleksiyona sahibiz. Aslında şu an, Türkiye'deki siyasi atmosfer değişse ve yarın fiziki bir mekân içerisinde müze kurulabilecek bir iklim oluşsa, o mekânın içerisini doldurulabilecek miktarda fiziki arşive sahip bir müzeyiz. Son üç yılda, bu çapta bir arşiv malzemesi biriktirdik. Hem fiziki hem de dijital arşivler çalışmanın bir parçası. Müzenin dijital olması fikri böyle şekillendi. Ama hep fiziki bir müzeyi dolduruyormuşuz gibi şekillendiriyoruz aslında. Dolayısıyla bu müze, ne sadece yüzde yüz dijital bir müze, ne de fiziki bir mekâna taşınırsa, sadece fiziki mekânda sergilenecek bir müze olacak. Daha hibrit, daha interaktif, bütün teknolojik gelişmelerle birlikte evrilmeye ve iki alanda da ilerlemeye çok açık bir içerik ve stratejiyle inşa etmeye devam ediyoruz. Her iki müzeleştirme çabasının da kendine göre avantajları var. Biz bunları, bilginin üretimi ve paylaşılması noktasında elzem görüyor ve o şekilde işlerlik kazandırmaya çalışıyoruz.
Aylin Tekiner: Müze fikri 20. yüzyılın başından bu yana uzun bir tartışma konusu. “Bellek Müzesi”’ni kurarken müze formatında bir bellek mekânını da inşa etmeyi istedik. Dönemin hayatta olan tanıkları ve muhatapları sosyal medya platformlarında (özellikle Facebook) bir takım anma ve bellek paylaşımları yapıyorlar. Hakikatin aktarıldığı, hatırlatıldığı, sadece yas tutmak için değil aynı zamanda yakın toplumsal mücadele tarihimizi de hatırlatan ve bugünden geçmişe bakan bir bellek mekânı yok. Dijital müzeyi fiziki bir sergiye dönüştürürken, mekânı, hem müzenin sacayağı olan koleksiyonları gösteren bir formatta kurmak, hem de sergiye gelen farklı yaş gruplarını birbirine bağlayacak birtakım iletişim platformları yaratmak adına bu bellek mekânına ihtiyaç duyduk.
Dijital müzenin fiziki bir alana da ihtiyacı var mı sizce? Geçtiğimiz yıl Tütün Deposu’nda açtığınız sergide istediğiniz kadar insana ulaşabildiniz mi?
Eylem Delikanlı: Aslında beklediğimizden çok daha fazla insana ulaştık. Tütün Deposu’nda 12 Eylül 2023’te açtığımız Geçmiş Bugündür Sergisi’ni 4000’den fazla insan ziyaret etti. “Bu böyle olmalı mı?” meselesi ayrı bir tartışma konusu tabii. Ama bizim açımızdan, yani kamuyla temasımız açısından, fiziki bir mekânın dijital bir mekândan ayrı bir atmosferi var. Yani dijitalde gezeceğiniz şekilde hazırlanan içerikle, fiziki bir mekâna göreceğiniz içerik arasında elbette ki farklılıklar var. Bu tarz bir çalışmanın hissiyatının aktarılmasında fiziki bir mekân çok daha etkileyici oluyor. Toplum olarak da zaten bir ‘“Bellek Müzesi”’ fikrine uzaklığımız ya da bu tür müzelerin az olması fiziki alanı daha cazip kılıyor. 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi’ne dair toplu şiddetin ve travmaların anlatıldığı, geçmişten bugüne etkisinin gösterildiği bir dijital müzenin fiziki bir mekânda kamuyla buluşmasının ne kadar önemli ve etkili olduğunu da, sergiyi ziyaret edenlerin, özellikle de gençlerin ilgisinden çok kolay anlayabiliyoruz. Bu bize şunu gösteriyor ki, böyle bir mekânın varlığı toplum içinde heyecan yaratabiliyor. Üstelik de 44 sene önce yaşanmış bir şiddeti konuştuğumuz halde. Başka türlü etkileşimler yaratılıyor ve bu etkileşimler anlattığımız zor içeriğin karşılık bulmasını biraz daha kolaylaştırıyor.
Aylin Tekiner: 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi 44 yıl önce yaşanmış ama bugün ülkenin cebelleştiği pek çok yapısal sorunun nüvesi olan, bunun yanı sıra geniş bir halk kesiminin de yaşamlarında izini hala taşıdıkları için devam da eden bir süreç. Bu yanıyla toplumsal resme baktığımızda, 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi’nin bu coğrafyada yaşayan insanlara ne yaptığına, politik kültürü nereden nereye getirdiğine dair çok fazla cevap bulabiliyoruz. Dolayısıyla bugüne sirayet etmiş hatta bugünü belirleyen ve o nedenle de iyi okunması gereken bir kırılma noktasıdır 12 Eylül.
Bugün sokağa çıksak ve 12 Eylül sürecini hatırlayacak kuşaktan insanlara “12 Eylül 1980 gününü hatırlıyor musunuz? Darbeye dair hatırınızda ne var?” diye sorsak bu sorunun yanıtsız kalmayacağını kestirebiliyoruz. Dolayısıyla “Bellek Müzesi”’nin daimi bir fiziksel mekânı olsa, konuya ilgi duyanların ötesinde çok daha geniş bir kitleye ulaşabileceğimiz ve toplumsal belleği mobilize edebileceğimiz inancındayız. Keza, 12 Eylül 2023’te Tütün Deposu’nda açtığımız “Geçmiş Bugündür” sergisinin açılışında beklentimizin çok üstünde, sokağa taşan bir kalabalıkla karşılaştık. Bu bizim için çok anlamlı ve umut vericiydi. Bir ‘bellek mekânı’ olarak da kurguladığımız sergi 12 Eylül sürecini yaşamışların ve cezaevi arkadaşlarının böylesi bir mekânda buluşmasına vesile oldu. Bununla birlikte sergi 12 Eylül dönemine tanıklık etmemiş, sürece dair bir belleği olmayan kuşakları, 12 Eylül’e dair bilgilenmeye ve düşünmeye de bir davetti. Açılış sonrasında liselerden ve üniversitelerden epey ilgi gördük. “Sergi turu düzenliyor musunuz?” şeklindeki talepler artınca lise ve üniversite öğrencilerine de turlar düzenledik ve bu turlar sayesinde çok fazla sayıda lise ve üniversite öğrencisinin katılımını da sağlamış olduk. Bu sırada sadece sergiyi gezmediler, dönemin muhatapları ile de tanıştılar. Darbe döneminde lise ve üniversite öğrencisi olanlarla bugünün lise ve üniversite öğrencileri aynı platformda buluşmuş oldular. Bu çok anlamlıydı.
Hukuki belgeleme çalışmanız oldukça kapsamlı ve çok sayıda dava dosyası içeriyor. Neden bu belgeleme çalışmasının bu hafıza girişiminin ana ayaklarından biri olmasını istediniz?
Eylem Delikanlı: Bu, bütün müzenin stratejisini kurarken karar verdiğimiz bir şeydi. 12 Eylül çok geniş ve uzunca bir dönem çalışılabilecek bir konu. Dolayısıyla onu farklı çerçevelerde anlatmak ve hafızalaştırmak mümkün. Ekip olarak da zaten 12 Eylül’ü, bir müzenin, bir ekibin, bir insiyatifin veya derneğin tek başına yapabileceği bir iş olarak görmüyoruz. Biz kendi çerçevelediğimiz yerde bunu bir insan hakları meselesi, insan hakları ihlallerinin üzerinden yükselen bir hak savunuculuğu meselesi olarak ele aldık ve onun üzerinden inşa etmeye başladık. İnsan hakları arşivi dediğimiz noktada da bunun bir ayağını mutlaka hukuki süreçler oluşturmak durumunda kalıyoruz. Bugün etkisini hala yaşamaya devam ettiğimiz 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi’nin hukukunu anlamak ve halihazırdaki hukuk sisteminin de nereden nereye evrildiğini, hangi evrelerden geçtiğini görmek için sıkıyönetim mahkemeleri ile o süreçte yürütülen davaların içeriği bizim için önemli hale geldi. Sadece bu mahkemelerde neler olduğu değil, bilgileri birbirine bağlayarak bütün bir resim yaratma çabası da diyebiliriz buna. Şöyle ki; sözlü tarih bütün tanıklıkların derlendiği bir koleksiyon, bellek nesneleri dönemin görsel dünyasını bize aktaran bir daimi koleksiyon, dava dosyaları ise dönemin hukuk sistemini ve sonrasını anlatan bir koleksiyon. Bu üç içerik aslında bir veritabanında toplandı ve ismi “İşkence Veritabanı” oldu. Çünkü ilk sene çalıştığımız dava dosyaları da işkence dosyalarıydı. Zira, 12 Eylül sürecinde en yaygın ve sistematik olarak kullanılan ihlal yöntemi işkenceydi. İşkenceyi işleyeceğimiz bir bilginin, dönemin yapısını ve ihlallerini resmetmede en etkili yöntem olacağını düşündük. Bunu yaratırken de bu değişik formatlardaki bilgi, belge ve dokümanların birbiriyle konuşmasını sağlayacak şekilde teknolojik bir altyapıdan faydalandık. Türkiye haritası üzerinde bu ihlallerin nasıl, ne zaman, nerede, kimler tarafından, kime uygulandığını detaylandırdığımız bir haritalandırma çalışması ile veritabanı yaratmış olduk. Ve tabii ki bunların en birinci kaynakları da legal dökümanlar, yani dava dosyaları oldu. Yani aslında bu, bütün bellek çalışmalarının da temelini oluşturan, inkarı ortadan kaldıracak şekilde maddi gerçeğe dayanan ne kadar bilgi, belge ve doküman varsa onu bir araya getirme çabasının sonucuydu. Hukuk çalışmalarımız olmadan maddi gerçekliğe ulaşmamız, buradan hareketle kapsamlı veritabanları oluşturmamız mümkün olamazdı. “Bellek Müzesi”, darbenin sorumlularından hesap sormanın yeni yöntemlerini de yarattığımız bir platform. Haliyle bu türden bir hak savunuculuğunun ilk duraklarından biri dava dosyalarına bakmaktı. Bizler de oradan başlamayı uygun gördük.
Aylin Tekiner: Müzenin kurulduğu andan itibaren dönemin önemli avukatlarının ve bugün hala insan hakları mücadelesinin içinde olan hukukçuların müzenin danışmanlığını kabul etmeleri bize güç verdi. Bazılarıyla yoğun mesailerimiz oldu. Hukukçular, öncelikle metodolojiyi belirlerken nasıl yola çıkılacağına dair önerilerde bulundular. 12 Eylül yargılamaları sürecindeki gözaltıların önemli bir veri sunacağını vurguladılar. Her gözaltına alınan kişinin hak ihlaline uğramış olduğu kabulüyle yola çıkma konusunda hemfikir olduk. Müzenin hukuk çalışmaları kapsamında dava dosyaları koleksiyonunu oluşturduğumuz ilk yıl 25 adet tekil işkence dosyası, sonraki yıl 20 adet toplu dava dosyası analiz ettik. Dava dosyalarındaki maddi gerçeklere dayanarak dosya bilgilerini künyeledik. ‘Dosya tanımı’ ve ‘özetler’ olmak üzere, hukuk terminolojisine çok boğmadan, ama hukuk temelli metinlerle genel okura hitap etmeyi hedefledik. Elbette derinlemesine çalışma yapmak isteyen gazeteciler, hukukçular ya da araştırmacılar bize başvurup daha kapsamlı bir çalışma yürütebilirler. Diğer yandan kişisel verilerin korunması gibi gözetmemiz gereken birtakım politikalar geliştirdik. Dava dosyasını ne kadar göstereceğimize, kişisel veri bağlamında hangi bilgileri karartacağımıza dair belirlediğimiz politikalarla dava dosyası koleksiyonunu oluşturduk. Müzenin dijitalde görünen kısmının arkasında büyük bir belge arşivi yatıyor.
Biraz daha genel bir yerden bakarak, darbeler tarihini ve bunu hatırlamanın önemini nasıl ifade ediyorsunuz? Sizce “Bellek Müzesi” gibi oluşumların ve yüzleşmenin devlet nezdinde anlamı nedir? Hazırlık süreçlerinizde devlet veya yerel yönetimlerle temasınız oldu mu?
Eylem Delikanlı: Sonuçta darbe dediğimiz şey demokrasiye doğrudan bir müdahale ve toplumun demokratik haklarını kesintiye uğratan bir baskı süreci. Toplumun korkuyla zapturapt altına alındığı uzun da bir süreç. 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi de Türkiye'nin darbeler tarihindeki büyük yarıklardan bir tanesi. Yani ülkenin ekonomik, siyasal ve toplumsal olarak hızlı ve derinden dönüştürüldüğü bir süreç. Dolayısıyla 12 Eylül'e bakmak Türkiye toplumunu ve Türkiye’de demokrasinin bugün geldiği noktayı anlayabilmemiz, geçirdiğimiz evreleri daha net görebilmemiz için bakmamız gereken bir süreç olarak her zaman karşımızda. Yıllar içinde, müze çalışmasının başladığı tarihten bugüne kadar geçen süre içinde bile bu keskin dönüşümlerin birçoğunu bizzat yaşadık ve bunun ne kadar gerekli olduğunu daha net gördük.
“Geçmiş Bugündür” darken, sadece tarihsel dönemleri anlamak için dönemin ihlallerine işaret etmiyoruz. Bir yandan da mücadelelere işaret ediyoruz. O dönemde gelişen direnişlerin ve karşı duruşların bugün de elzem bir biçimde önümüzde duran meselelerle ve gelişen toplumsal tepkilerle ilişkisini kurmak istiyoruz. Buradan hareketle müzenin kuruluşundan itibaren bu çalışmanın önemli bir ayağının eğitim çalışmaları olduğunu öngördük. Bu eğitim çalışmalarına da “Demokrasiyi Savunmak” dedik. Toplum olarak bir döneme bakmanın önemini, oradan çıkarılacak derslerin kıymetini, bir darbe tarihine bakmanın ve hak savunuculuğu noktasında oradan çıkarılacak yöntemlerin bugüne uygulanabilirliğini düşünmenin önemini ortaya çıkarıyoruz. Aynı şekilde uzun bir mücadele tarihimiz ve oradan devraldıklarımız var. Lansman yaptığımız ilk yıl Aylin’in yöneticiliğini ve yürütücülüğünü yaptığı, sanat alanında kurguladığımız bir eğitim çalışması düzenledik. Tütün Deposu’ndaki sergi sırasında, doğrudan bir eğitim çalışması diyemesek de, üniversite ve lise öğrencileriyle yürüttüğümüz özel turlar ve birtakım atölyeler üzerinden devam ettirdik. Bütün bu çalışmalarda öncesi ve sonrasıyla 12 Eylül’ü anlatmaya devam ediyoruz.
Devletle temas tabii ki biraz daha derin bir mesele ve kısa bir cevap ile geçiştiremeyeceğimiz bir konu. “Geçmiş Bugündür” söylemimiz aslında biraz devletin bu meseleye nasıl baktığına da işaret ettiğimiz bir nokta. Devlet bu süreçle yüzleşmeyerek ve arşivleri açmayarak bunun bir tarafıdır zaten. Muktedirin, darbenin ve rejiminin inşa ettiği sistemden faydalanması, yüzleşmenin önündeki en büyük engeldir. Dolayısıyla 12 Eylül rejiminin bugünkü toplumsal, demokratik ya da antidemokratik formlara, hukuk ve eğitim sistemine, akademiye baktığımızda resim daha da netleşiyor. Bu sebepten “Bellek Müzesi” nin bağımsız inisiyatiflerin ya da öznelerin kolektif geliştireceği bir yapı olmasından yanayız. Devlet ve iktidarlar 12 Eylül’le anlamlı bir yüzleşmeye girmedikleri sürece “Bellek Müzesi” ile temas edebilecekleri bir nokta olduğunu düşünmüyorum.
Aylin Tekiner: Aslında bu türden hafıza çalışmalarının hele ki darbe üzerine çalışan bir müzenin hem toplum hem de devlet nezdinde iki temel yanlışı düzeltmekte önemli bir çaba olduğunu düşünüyorum. Bugün hala toplumda darbeyi mevcut düzeni değiştirmek üzere olası bir çözüm olarak gören büyük bir kesim var. Darbenin bir toplumun demokratikleşmesini nasıl sekteye uğrattığını, siyasal, toplumsal ve kültürel zeminde nasıl büyük bir gedik açtığını ve ne kadar büyük bir garabet yarattığını anlamanın ve anlatmanın en önemli yollarından biri de hafıza aktivizmi ve demokrasi çalışmalarıdır. Düzeltilmesi gereken bir diğer yanlış da siyasi iktidarların bazı darbeleri bir diğerinden daha fazla yermesi ya da darbeleri derecelendirip bir değer sırasına koyması. Her kime ve neye karşı yapılırsa yapılsın darbelerin amasız fakatsız kabul edilemez olduğunu, kimseye bir fayda getirmeyeceğini içselleştirmek zorundayız. Devlete bir şey öğretme gibi bir niyetimiz yok. Ama, Eylem’in vurguladığı gibi, aşağıdan yukarıya doğru örülecek bir mücadele ile köklü ve yerleşik bir dönüşümün varlığına inanıyoruz. Bunun da, sabırla ve uzun sürece yayılan eğitim çalışmalarıyla darbelere pozitif yaklaşan anlayışı düzelterek ve hatırlamayı mümkün kılacak karşılaşmaları sağlayan fiziki müze ya da sergi alanları oluşturarak olabileceğini düşünüyoruz. Dijital platform, bu anlamda, çok önemli bir mecra. Bilhassa sosyal medyanın gençler arasındaki kullanımı ve ulaşılabilirliği düşünüldüğünde, dijital platformun eğitim araçlarına açtığı imkan bizim için büyük avantaj.
Yerel yönetimlerle de sergilerimize ve sergi ile eş zamanlı ilerleyen kamusal programlarımıza mekân sağlamak dışında işbirliği denebilecek bir girişimimiz olmadı. Negatif bir yaklaşımımız yok. Ama yerel yönetimlerle ilişkilerin de pozitif yönde ilerleyebileceğini düşünmüyoruz.
12 Eylül’de yaşananları hatırlamaya ilişkin kalıcı bir hafıza çalışması yürütmek ya da genel olarak hafıza politikalarını değiştirmek mümkün olsaydı ne yapmak isterdiniz? Türkiye'de neden bu tür çalışmalar sürdürülemiyor?
Eylem Delikanlı: Türkiye'de 12 Eylül'e dair gerçek bir yüzleşme süreci yaşanmadı. Güney Amerika’dan da bu açıda ayrılıyoruz. Şili ve Arjantin devlet nezdinde bir yüzleşme süreci geçirdi. Bu büyük bir fark yaratıyor. Bizim ülkemiz için, 2010 referandumundan sonraki 12 Eylül mahkemeleri dönemi de, başka bir dönem de gerçek bir yüzleşme süreci olarak değerlendirilemez. 12 Eylül dönemi, gerek siyasi anlamda gerekse akademik anlamda çok da iyi ve derinlemesine tartışılmış bir konu değil. Son 44 yıla baktığımızda toplum olarak küçük çaplı da olsa tartışmalara alan açmak, yüzleşme pratiklerini gerçekleştirmek için çok küçük fırsatlarımız vardı. Ama bu fırsatları hep kaçırdık. Arşivlerimiz açılmadı, sorumlular açısından sonuç veren gerçek yargılamalar yapılmadı. Bellek Müzesi’nde, tam da bu sebeple, resmi anlatının karşısına karşı-bellek yerleştiriyoruz. “12 Eylül’den önce kardeşin kardeşi vurduğu, sağ-sol çatışmasının olduğu ve darbeyle birlikte demokrasinin yeniden sağlandığı” şeklindeki resmi anlatıyı bozmaya, elimizdeki tüm fiziki verileri ve belgeleri ortaya koyarak nüanslarıyla, öncesi ve sonrasıyla bütünlüklü bir anlatıyı yeniden inşa etmeye çalışıyoruz. Toplumun her bir bireyine bu toplu şiddet döneminde özne olarak durduğu yerin ne anlama geldiğini düşündürmek istiyoruz. İster o dönem aktif olarak siyasetin ya da politik mücadelenin içinde olsun, isterse devlet memuru, polis, asker veya herhangi bir vatandaş olsun; bulunduğumuz pozisyonların ne anlama geldiğini düşündürmek, bunun üzerine konuşturmak ve tartıştırmak istiyoruz. Tabii bunlar hızla değişmeyecek, uzun dönemli hedefler. Ama, en azından, bu konuları açmak ve tartışmak bir başlangıç noktası olarak anlamlı geliyor. Yani darbe dediğimizde ilk akla gelen sorumluların asker veya polis olmasının ötesinde, bu mekânizmanın bürokrasi, siyaset ve aynı zamanda toplumun içinde nasıl işlerlik kazandığı ve bu kadar büyük bir kabulle -örneğin 1982 anayasasının referandumunun yüzde doksanın üzerinde bir oranla kabul edilmesi gibi- nasıl mümkün olduğunun altını çizmemiz gerekiyor. Bu nedenle çok basit cevap verebileceğimiz bir soru değil. Oldukça karmaşık ve anlamlandırılması zor bir süreç. Türkiye'deki bellek mekânlarına veya bellek çalışmalarına, benzer şeyler yaşayan ülkelerdekiyle aynı yaklaşımı gösteremiyoruz. Bunun sebebini anlamak için yüz yıl öncesine kadar uzanan bellek sorunumuzu derinleştirmemiz ve tartışmamız gerekiyor. Türkiye özelinde soykırıma değinmeden ve onun mekânizmalarını anlamadan, takip eden herhangi bir yüzleşme meselesini anlamamız pek mümkün değil. Sanırım yapmak isteyeceğim ilk şey; hafıza çalışmalarını kolektifleştirmenin, farklı dönem ve süreçlere odaklanan hafıza çalışmalarını birlikte anlamanın ve anlamlandırmanın yollarını açmak olurdu.
Aylin Tekiner: Türkiye neoliberal sistem tarafından bellek mekânlarının vahşice silindiği talihsiz bir sarmalın içerisinde. Bugün işkence mekânları olarak işaretlenmiş yerlere erişiminiz ve bu bellek mekânlarını olduğu gibi bulabilmeniz neredeyse imkansız. Bu mekânları ya yıkılmış ve yerine başka bir yapı dikilmiş halde bulursunuz ya da restore edilerek geçmiş işlevini külliyen inkar eden bir yeniden üretimle karşılaşırsınız. Bugün “Four Seasons” olan Sultanahmet Cezaevi inkar kültürüne dair aklıma gelen ilk örnek. Ya da geçmişte devlet tarafından el konularak İstanbul Emniyet Müdürlüğü 2. Şube’ye ve dolayısıyla işkencehaneye dönüştürülen bir Ermeni mülkünün, Sanasaryan Han’ın, yürütülen tüm hukuki mücadeleye karşın yakın zamanda Marriott Otel’e devredilmesi gibi. Bahsettiğiniz ütopik an bir gün gelse de özellikle mekânlar üzerindeki bu tahribatın tazmin edilip edilemeyeceği, taleplerimizin karşılık bulup bulamayacağı tam bir muamma.
Eylem Delikanlı: Halihazırdaki sistem içinde bilinen hesap sorma yöntemleriyle sonuca ulaşmamızın mümkün olmadığını düşünüyorum. ‘Zamanaşımı’ gibi, ‘cezasızlık’ gibi kavramlar ne demek istediğimi daha net ifade ediyor. Dolayısıyla “Bellek Müzesi” tarihsel adalet çerçevesinde yeni metodolojiler, pratikler ve kolektif dayanışmalar için hayal ettiğimiz ve o şekilde gövdelendirdiğimiz bir bellek mekânı. Biz de herkes gibi demokratik bir ülkenin hayalini kuruyoruz ve o güne hazırlanıyoruz. Fakat gerçek anlamda yüzleşme sürecinin işletilebileceği ilk zamanı beklemek yerine büyüyen arşivlerimiz, koleksiyonlarımız ve bunlardan süzdüğümüz maddi gerçeklerimizle; tanıklıklarımız, hukuk analizlerimizle hak ihlallerinin ve insanlığa karşı işlenmiş suçların hesabını sormaya devam edeceğiz.